tel tel tel
Kur'an-ı Kerim'den
(Ey îmân edenler! Bir düşman ordusuyla karşılaştığınız zamân, artık sebât edîn, kaçmayın ve kalben ve lisânen Ellâh’ı çok zikredin. Tâ ki, kurtuluşa eresiniz ve nusrete mazhar olasınız.) Çünkü, sabır ve sebât, zikir ve dua maddî ve ma'nevî muvaffakiyetin en büyük vesîlesidir.
(Enfal, 8/45)
Hadîs-i Şeriflerden
Ashabımdan hiçbiri diğer bir kimse hakkında hoşlanmayacağım bir şeyi bana ulaştırmasın. Çünkü ben her zaman gönül huzuru ile yanınıza çıkmayı istiyorum.
(Ebu Davud, Edeb, 28; Tirmizi, Menakıb, 63)
Dualardan
Cenab-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun ve sizi muvaffak etsin, âmîn.
(Kastamonu Lahikası)
Vecîze
Umum kardeşlerimizin gelecek mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ve geçmiş Berat gecelerinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak, onların ve bizlerin hakkımızda bu Ramazan'daki Leyle-i Kadrimizi bin aydan hayırlı ve bin ay kadar medar-ı sevab eylesin, ümmet-i Muhammediyeye saadet ve selâmet versin, âmîn!
Emirdağ Lâhikası

HAYR-I KESÎR İÇİN ŞERR-İ KALÎL KABUL EDİLİR NE DEMEKTİR?

O gizli zındıka komitesinin Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin te’vîlât-ı fâside ile te’vîl ettikleri “Hayr-ı kesîr için şerr-i kalîl kabûl edilir”(Mektûbât, s.43) cümlesinin îzâhı hakkındadır:

Evvelâ: Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın bu cümlesinde geçen “şerr-i kalîl”den maksad, şerîat-ı teklîfiyyenin harâm ettiği “şer”ler, yâni “günâhlar” değildir; belki şerîat-ı tekvîniyyedeki  “belâ, musîbet, meşakkat, maddî zarâr”dır.  Bedîüzzamân (ra) bu cümlesiyle -hâşâ- “Büyük hayırları elde etmek için küçük şerler, yâni günâhlar işlenebilir” demek istememiştir. Zîrâ,  bu durumda  herkese günâh kapısı açılır ve netîcede dîn ortadan kalkar. O gizli zındıka komitesi, Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın bu sözünü şöyle bir misâl vermek sûretiyle fâsid bir te’vîle girişiyorlar:

Meselâ, “Dîne hizmet için 250 gram hayır var, 50 gram da şer var. O 250 gram hayrı elde etmek için 50 gram şerri işlemek lâzımdır. Zîrâ,  o 50 gram şer işlenilmezse, 250 gram hayr elden gidecektir. Öyle ise, ister istemez o şerri işlemek lâzım gelir” diyorlar. Bu düşünceye sâhib olanlara soruyoruz:

Acabâ hayra giden yol, şerden mi geçer ki, 250 gram hayrı elde etmek için, 50 gram şerri işleyelim?

Hâşâ! Dîne hizmet nâmı altında hiçbir şer ve günâh işlenemez! Belki dîne hizmet, günâhların önünü kesmek ve Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ etmekle olur. Çünkü, günâhlar, gadab-ı İlâhî’yi celbeder.  Ancak cebr ve ikrâh ile işlenmeye zorlanan günâhlar müstesnâdır. “İkrâh” ise şerîatta “ölüm, şiddetli darb veyâ bir uzvun kesilmesi” gibi hâllerdir.

Risâle-i Nûr talebelerinin asıl vazîfesi, takvâyı esâs tutarak rızâ-yı İlâhî’yi kazanmak sûretiyle gazâb-ı İlâhî’den mahfûz kalmaktır. Hattâ, Bedîüzzamân (ra), ruhsatlarla bile amel edilmeyeceğini, Risâle-i Nûr’un mesleğinin ruhsatlarla değil, azîmetle amel etmek olduğunu  beyân etmiştir. İşte Bedîüzzamân (ra), her zamân, husûsan bu zamânda takvânın üssü’l-esâs olduğunu eserlerinin müteaddid yerlerinde beyân etmiştir. Nümûne olarak birkaç cümlesini zikrediyoruz:

“Bugünlerde Kur’ân-ı Hakîmin nazarında îmândan sonra en ziyâde esâs tutulan takvâ ve amel-i sâlih esâslarını düşündüm. Takvâ, menhiyyâttan ve günâhlardan ictinâb etmek; ve amel-i sâlih, emir dâiresinde hareket ve hayrât kazanmaktır. Her zamân def-i şer, celb-i nefa râcih olmakla berâber; bu tahrîbât ve sefâhet ve câzibedâr hevesât zamânında bu takvâ olan def-i mefâsid ve terk-i kebâir üssü’l-esâs olup, büyük bir rüchâniyyet kesbetmiş.

“Bu zamânda tahrîbât ve menfî cereyân dehşetlendiği için, takvâ bu tahrîbâta karşı en büyük esâstır. Farzlarını yapan, kebîreleri işlemeyen kurtulur.” (Kastamonu Lâhikası, 159)

“Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bu zamânda en mühim vazîfeleri, tahrîbâta ve günâhlara karşı takvâyı esâs tutup davranmak gerektir.” (Kastamonu Lâhikası, 160)

Sâniyen: Bu kánûn, şerîat-ı  tekvîniyyeye âit bir kánûndur; şerîat-ı teklîfiyyeye âit bir kánûn değildir. Yâni, kudret-i İlâhiyye, ba’zan aklın zâhirine münâsib gelmeyen ba’zı şerleri, kader noktasında halk ve îcâd ediyor. Halbuki, o şerlerin altında küllî maslahat ve hayr-ı kesîr mevcûddur. Meselâ: Yağmurun yağmasında yağmurun katreleri adedince hayır ve rahmetler mevcûddur. Bununla berâber ba’zı insânlar tedbîrsizliklerinden dolayı yağmurdan zarâr görseler, “Bu yağmur şerdir” diyemezler. Eğer o insânlar zarâr görmesin diye yağmur yağmazsa, o zamân şerr-i kesîr vücûda gelir.

Sâlisen: Ne kadar evâmir-i Kur’âniyye varsa, o evâmire imtisâl husûsunda çekilen sıkıntı, zahmet ve meşakkatler şerr-i kalîl hükmündedir.  Bu husûstaki “şer” de, yine şerîat-ı tekvîniyyece kabûl edilen şerdir. O evâmire imtisâlin netîcesi olan rızâ-yı Hak ve Cennet ise hayr-ı kesîr hükmündedir. Meselâ: Namâz kılmakta zâhiren nefse ve bedene bir zahmet ve meşakkat vardır; fakat hayr-ı kesîr olan Cennet ve rızâ-yı İlâhî gibi âlî netîceler için, o zahmet ve meşakkat mesâbesinde olan şerr-i kalîl işlenir.

Hem meselâ: “Cihâd” emri için orduyu sevk etmekte ve düşmanla çarpışmakta nefis, beden ve mal için ba’zı meşakkat, zahmet ve musîbetler olabilir. Fakat, bütün bunlara karşılık bu savaşta mü’min, eğer öldürülürse şehîdlik rütbesini; eğer sağ kalırsa gázîlik makámını elde eder. Aynı zamânda Müslümanların dîni, vatanı ve nâmusu da küffârın istilâsından kurtulmuş olur. İşte bu maddî ve ma’nevî hayr-ı kesîr için, şerr-i kalîl mesâbesinde olan mezkûr meşakkat, zahmet ve musîbetlere katlanılır, yâni o şerr-i kalîl işlenir. O hâlde buradaki “şer”den maksad, “meşakkat, sıkıntı, musîbet ve zarâr”dır; yoksa “günâhlar” ma’nâsındaki şerler değildir.

Hulâsâ: Bütün ibâdetlerde zâhiren ba’zı meşakkatler bulunabilir. Fakat, “şer” hükmünde olan bu meşakkatlerin arkasında “hayr-ı kesîr” olan rızâ-yı İlâhî ve Cennet mevcûddur. Allah’ın rızâsına ve ebedî Cennet’e nâil olmak için bu şerr-i kalîl olan meşakkatlere katlanmak gerekir. İşte Bedîüzzamân (ra)’ın “Hayr-ı kesîr için şerr-i kalîl kabûl edilir” cümlesinden bir murâdı da, zikrettiğimiz ma’nâdaki “şerr-i kalîl”dir.
Râbian: Risâle-i Nûr’da geçen ba’zı mücmel cümleleri, Risâle-i Nûr’da geçen mufassal cümlelerle îzâh etmek gerekir. Bu düstûra binâen, Bedîüzzamân (ra)’ın bu cümlesini îzâh eden Risâle-i Nûr’daki ba’zı ifâdelerini aynen naklediyoruz:

“Hâşâ!.. Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve îcâd, bütün netâice bakar; kesb, husûsî bir mübâşeret olduğu için, husûsî netâice bakar. Meselâ:

“Yağmurun gelmesinin binlerle netîceleri var, bütünü de güzeldir. Sû-i ihtiyârıyla ba’zıları yağmurdan zarâr görse, ‘Yağmurun îcâdı rahmet değildir’ diyemez; ‘Yağmurun halkı şerdir’ diye hükmedemez. Belki, sû-i ihtiyârıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu.

“Hem ateşin halkında çok fâideler var; bütünü de hayırdır. Fakat, ba’zıları sû-i kesbiyle, sû-i isti’mâliyle ateşten zarâr görse, ‘Ateşin halkı şerdir’ diyemez. Çünkü, ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû-i ihtiyârıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.

“Elhâsıl: Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalîl kabûl edilir. Eğer şerr-i kalîl olmamak için, hayr-ı kesîri intâc eden bir şer terk edilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur.

“Meselâ: Cihâda asker sevk etmekte elbette ba’zı cüzî ve maddî ve bedenî zarâr ve şer olur. Fakat, o cihâdda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffârın istilâsından kurtulur. Eğer o şerr-i kalîl için cihâd terk edilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür.

“Hem meselâ: Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır,  iyidir; halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur.

“İşte kâinâttaki şerlerin, zarârların, beliyyelerin ve şeytânların ve muzırların halk ve îcâdları, şer ve çirkin değildir; çünkü çok netâic-i mühimme için halk olunmuşlardır. Meselâ: Melâikelere şeytânlar musallat olmadıkları için, terakkıyâtları yoktur; makámları sâbittir, tebeddül etmez. Kezâ hayvânâtın dahi, şeytânlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sâbittir, nâkıstır. Âlem-i insâniyyette ise merâtib-i terakkıyât ve tedenniyât nihâyetsizdir. Nemrûdlardan, fir’avnlardan tut, tâ Sıddîkîn-i Evliyâ ve Enbiyâya kadar gáyet uzun bir mesafe-i terakkí var.

“İşte, kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi, elmas gibi olan ervâh-ı âliyyeden temyîz ve tefrîk için, şeytânların hılkatıyla ve sırr-ı teklîf ve bas-i enbiyâ ile, bir meydân-ı imtihân ve tecrübe ve cihâd ve müsâbaka açılmış. Eğer mücâhede ve müsâbaka olmasaydı, mâden-i insâniyyetteki elmas ve kömür hükmünde olan isti’dâdlar, berâber kalacaktı. Alâ-yı İlliyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddîkın rûhu, esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehlin rûhuyla bir seviyede kalacaktı. Demek, şeyâtîn ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî netîceye baktığı için îcâdları şer değil, çirkin değil; belki sû-i isti’mâlâttan ve kesb denilen mübâşeret-i husûsiyyeden gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insâna âittir; îcâd-ı İlâhîye âit değildir.” (Mektûbât, s. 43-44)

Demek, kudret-i ezeliyye, tekvînî şerîatın gereği olarak küllî maslahat ve hayr-ı kesîr için şerr-i kalîli, yâni meşakkat, zahmet ve musîbetleri halk eder. Yâni, buradaki “şer”den maksad “meşakkat, sıkıntı, musîbet ve zarâr”dır.

Hulâsâ: Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin “Hayr-ı kesîr için şerr-i kalîl kabûl edilir” cümlesinde geçen “şer” kelimesinden murâd; “şerîat-ı teklîfiyye”ce harâm kılınan “günâhlar” değil; belki “şerîat-ı tekvîniyye”ce kabûl edilen “belâ, musîbet, maddî zarâr ve meşakkatler”dir. Buna göre; dîne hizmet adı altında aslâ günâhları işlememek; belki takvâ ile dîne hizmet edilmesi gerektiğini bilmek ve bu husûsda takvâyı üssü’l-esâs yapmak; Risâle-i Nûr mesleğinin de esâs-ı takvâ olduğunu iz’ân etmek; bu ma’nâların dışında kalan düşüncelerin ise fâsid ve bâtıl olduğunu, dolayısıyla böyle fâsid ve bâtıl te’vîllere i’tibâr etmemek lâzım geldiğini bilmek ve iz’ân etmek gerektir.

Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-4

 

Muhammed Doğan'ın (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) beyanatları Nurmend.com sitesinden başka bir platformda yayınlanmamaktadır. © 2014-2023 | Her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Nurmend - Şerhmend
0.205 sn. deSen
↑ Yukarı