tel tel tel
Kur'an-ı Kerim'den
(Ey îmân edenler! Bir düşman ordusuyla karşılaştığınız zamân, artık sebât edîn, kaçmayın ve kalben ve lisânen Ellâh’ı çok zikredin. Tâ ki, kurtuluşa eresiniz ve nusrete mazhar olasınız.) Çünkü, sabır ve sebât, zikir ve dua maddî ve ma'nevî muvaffakiyetin en büyük vesîlesidir.
(Enfal, 8/45)
Hadîs-i Şeriflerden
Ashabımdan hiçbiri diğer bir kimse hakkında hoşlanmayacağım bir şeyi bana ulaştırmasın. Çünkü ben her zaman gönül huzuru ile yanınıza çıkmayı istiyorum.
(Ebu Davud, Edeb, 28; Tirmizi, Menakıb, 63)
Dualardan
Cenab-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun ve sizi muvaffak etsin, âmîn.
(Kastamonu Lahikası)
Vecîze
Umum kardeşlerimizin gelecek mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ve geçmiş Berat gecelerinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak, onların ve bizlerin hakkımızda bu Ramazan'daki Leyle-i Kadrimizi bin aydan hayırlı ve bin ay kadar medar-ı sevab eylesin, ümmet-i Muhammediyeye saadet ve selâmet versin, âmîn!
Emirdağ Lâhikası

ON ALTINCI LEM’A DAKİ İKİNCİ VE ÜÇÜNÇÜ MERÂKLI SUALLERİN VE CEVAPLARININ ŞERH VE İZAHI

ON ALTINCI LEM’A DAKİ İKİNCİ VE ÜÇÜNÇÜ MERÂKLI SUALLERİN VE CEVAPLARININ ŞERH VE İZAHI

 

Ma’lûm ecnebî komite tarafından sû-i isti’mâl edilen ve te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edilen mevzû’lardan birisi de “On Altıncı Lem’a”daki ikinci ve üçüncü suâllere verilen cevâblardır. Mezkûr suâl ve cevâblar şöyledir:

 

“ İKİNCİ MERÂKLI SUÂL:
“Bu iki ay zarfında heyecânlı bir vaz’ıyyet-i siyâsiye karşısında bana, hem alâkadâr olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimâlle ferâh verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, o vaz’ıyyete hiç ehemmiyyet vermeyerek, bilakis, beni tazyîk eden ehl-i dünyânın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Ba’zı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: ‘Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen münâfık baştaki insânların ta’kìb ettikleri siyâseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?’ Verdiğim cevâbın muhtasarı şudur ki:

“Bu zamânda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmânın zedelenmesidir. Bunun çâre-i yegânesi nûrdur, Nûr göstermektir ki, kalbler ıslâh olsun, îmânlar kurtulsun. Eğer siyâset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münâfık derecesine iner. Münâfık, kâfirden daha fenâdır. Demek, topuz böyle bir zamânda kalbi ıslâh etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nîfâka inkılâb eder. Hem Nûr, hem topuz ikisini, bu zamânda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nûra sarılmaya mecbûr olduğumdan, siyâset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.

“Ammâ maddî cihâdın muktezâsı ise, o vazîfe şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kâfirin veyâ mürtedin tecâvüzâtına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nûra kâfî gelir. Topuzu tutacak elimiz yok.

“ÜÇÜNCÜ MERÂKLI SUÂL
“Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakìkì nokta-i istinâdı ve kuvve-i ma’neviyesinin menbâı olan hamiyyet-i İslâmiyyeyi tehyîc etmekle şeâir-i İslâmiyyenin bir derece ihyâsına ve bid’aların bir derece def’ine medâr olacağı halde, neden şiddetle harb aleyhinde çıktın ve bu mes’elenin âsâyişle halledilmesini duâ ettin ve şiddetli bir sûrette mübtedi’lerin hükûmetleri lehinde taraftâr çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir.

“Elcevâb: Biz ferec ve ferâh ve sürûr ve fütûhât isteriz-fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zâten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münâfıkları ehl-i îmâna musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.

“Hem harb belâsı ise, hizmet-i Kur’âniyyemize mühim bir zarârdır. Bizim en fedâkâr ve en kıymettâr kardeşlerimizin ekserîsi kırk beşten aşağı olduğundan, harb vâsıtasıyla vazîfe-i kudsiyye-i Kur’âniyyeyi bırakıp askere gitmeye mecbûr olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-i rızâmla, böyle kıymettâr kardeşlerimin herbirisini askerlikten kurtarmak için, bedel-i nakdiye bin lira kadar da olsa verirdim. Böyle yüzer kıymettâr kardeşlerimizin hizmet-i Kur’âniyye-i Nûriyyeyi bırakıp maddî cihâd topuzuna el atmakta, yüz bin lira kendi zarârımızı hissediyordum. Hattâ Zekâi’nin bu iki sene askerliği, belki bin lira kadar ma’nevî faydasını kaybettirdi.

“Her neyse... Kadîr-i küllî Şey, bir dakìkada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semânın berrâk yüzünde ziyâdâr güneşi gösterdiği gibi, bu zulümâtlı ve rahmetsiz bulutları da izâle edip hakàik-ı şerîatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine îmân versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.”

Nasıl ki âyetin ma’nâsını anlamak için sebeb-i nüzûlünü bilmek lâzımdır. Öyle de bir kelâmın ma’nâsını anlamak için onun sebeb-i vürûdunu, mütekellim ve muhâtabın hâlini ve o zamândaki muhîtin şartlarını iyi bilmek lâzımdır. İşte Üstâd Bedîüzzamân’ın mezkûr Lem’a’daki suâllere verdiği cevâbları anlamak için o dönemin şartlarını bilmek ve cümleleri, muhkemât-ı şerîatın mîzânlarına vurmak lâzımdır ki murâd-ı Üstâdâneleri doğru anlaşılabilsin. Eğer o şartlar bilinmezse ve şerîatın muhkemâtı esâs yapılmazsa; herkes kendi re’yine göre bir ma’nâ verir ki, şerîata muhâlif olan bu ma’nâları kabûl edenler de dalâlete düşerler. Hem Üstâd Bedîüzzamân’a da iftirâ edilmiş olur. Onun için biz evvelâ kısa bir îzâh ile şu suâllerin sebeb-i vürûdunu beyân edip bir hulâsâ yapacağız, daha sonra eserin şerh ve îzâhına geçeceğiz.

Ma’lûmdur ki, o vakit Türkiye’de Şeâir-i İslâmiyye kaldırılıp, ahkâm-ı şerîat yerine bid’atkâr bir rejim ikàme edilmişti. İktidârdaki hükûmet ise; bidâyette olduğu gibi, belki daha şiddetli bir tarzda Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerine her türlü işkence ve tazyîkàtı yapmaktaydı. İşte bu sırada patlak veren İkinci Cihân Harbinde bir tarafta Almanya ve İtalya, diğer tarafta Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya dünyâ hâkimiyyeti için birbirleriyle savaştılar. Her iki taraf dünyâ hâkimiyyetini eline geçirebilmek için, sâir devletleri de kendi yanlarına alıp harbin içine katmaya çalışmaktaydılar.

Şu vaz’ıyyet, ba’zı insânlara şöyle bir fikir verdi:
1. Eğer Türkiye de bir tarafa iltihâk edip harbe dâhil olsa, Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri ve Risâle-i Nûr şâkirdleri, ma’rûz kaldıkları bu tazyîkàttan kurtulurlar ve daha rahat hizmet ederler. Çünkü hükûmet harbe girse, bütün kuvvet ve dikkatini hârice verecek ve Kur’ân şâkirdlerine ilişmeyecekti.

2. Hem harb sırasında herkeste dînî hissiyyât heyecâna geleceğinden ve hükûmetin de bu hissiyyâta ihtiyâcı olacağından Risâle-i Nûr şâkirdlerine ve Kur’ân hizmetkârlarına büyük imkânlar doğacaktı.

3. Hem hizmet-i Kur’âniyye hesâbına, şu harbeden hükûmetlerden bir tarafla ittifâk yapılsa, bu ittifâk netîcesinde elde edilen kuvvetle ve harb sebebiyle iktidârın uğrayacağı za’fiyyetten istifâde ile hükûmeti devirip iktidârı ele geçirmek ve şerîatı hâkim etmek, en azından tamâmen olmasa da kısmen ba’zı bid’atların def’i ve şeâir-i İslâmiyye’nin bir derece ihyâsı mümkün olabilecekti.

İşte şu üç sebebe binâen ba’zı kimseler, hükûmetin harbe iştirâkini arzû ettiler ve harb eden hükûmetlerden birine yanaşıp onlarla ittifâk etmenin Kur’ân hizmeti, bid’atların def’i ve münâfıkların izâle edilmesi açısından iyi olacağı düşüncesindeydiler. Üstâd Hazretlerinin de harbe taraftâr olacağını ve zaîf olduğu için onlarla ittifâk edeceğini tahmîn ettiler.

Yalnız burada dikkatten kaçırılmaması gereken nokta şudur ki, onların kâfirlerle ittifâk etmek istemeleri, şerîatı hâkim kılıp bid’atları kaldırmak ve münâfıkları izâle etmek içindi. Yoksa şimdiki ba’zı tâifelerin yaptığı gibi kâfirlerle dost olmak için değildi. Ya’nî Üstâd Hazretlerine bu suâli soran kimseler, şerîata gàyet bağlı ve tarafdâr olan kimselerdi.

Üstâd Hazretleri ise aslâ böyle bir fikre kapılmadı. Bilakis kendisini tazyîk eden hükûmetin harbe girmemesini, memleketteki asâyiş ve emniyyetin muhâfazasını istedi. Üstâd’ın bu hâli ba’zılarınca hayretle karşılandı. “Acabâ kendisini tazyîk eden bu bid’atkâr rejime dost mu oldu ki böyle onların lehinde bir tavır aldı” diye taaccüb edip suâl ettiler.

İşte mezkûr “On Altıncı Lem’a”da bu suâllere cevâb verilmektedir. Üstâd Hazretleri verdiği cevâbda hulâsâ olarak meâlen şöyle demektedir:

“Evet, biz ferec ve fütûhât isteriz. Fakat kâfirlerin kılıçlarıyla değil. Onların kılıçlarıyla gelecek fütûhât bize lâzım değildir. Zîrâ onların kılıçları sebebiyle İslâmiyyet lehinde bir fütûhât gelmez. Sizler zannediyorsunuz ki kâfirlerle ittifâk ederek İslâmiyyet lehinde bir hizmet yapabiliriz ve bu münâfıkları başımızdan izâle edebiliriz. Halbuki bu münâfıkları başımıza musallat eden yine o kâfirler değil midir? Bu münâfıkları başımıza getiren kâfirlerle ittifâk ederek nasıl o münâfıkları izâle edebiliriz? Eğer biz kâfirlerle ittifâk etsek ve bu münâfıklara gàlib gelip onları devirsek; o kâfirler bu münâfıkları götürüp başka münâfıkları getirecekler ve şimdi âşikâre küfrünü i’lân eden bu münâfıklar da tamâmen nîfâk perdesi altında saklanıp yine o kâfirlerle ittifâk ederek aleyhimizde çalışacaklardır.

Ya’nî kâfirlerden müteşekkil hâricî bir kuvvetle ittifâk ederek baştaki münâfıkları izâle edip dâhilde şerîatı hâkim kılmak mümkün değildir. Çünkü başımızdaki münâfıkları getiren yine o kâfirlerdir. Bunlar, onların adamlarıdır. Onlar baştan gitseler, yine bu kâfirlerle ittifâk edecekler. Hem onlar gitseler, yerlerine başka münâfıkları getirecekler. O halde şer’ì devlet ancak dâhilden gelen Müslümanlardan müteşekkil bir kuvvetle kurulabilir.”

Ammâ şu İkinci Cihân Harbi ise iki cihetle cihâd-ı şer’ì değildir:
Birinci Cihet: Cihâd-ı şer’ìyi yapacak olan şer’ì devlettir. Devlet-i şer’ıyye veyâ devlet hükmündeki bir güç olmadığı zamân cihâd-ı şer’ì de yapılamaz. O halde bu harb, cihâd-ı şer’ì değildir.

İkinci Cihet: Bu harb, kâfirlerin dünyâya hâkim olmak için yaptığı bir harbdir. Bu hükûmet de harbe girse i’lâ-yı kelimetullah ve Kur’ân’ın hâkimiyyeti için girmez. Bu cihetten de şu harb, cihâd-ı şer’ì değildir.

Eğer hükûmet bu harbe girse, ekser Nûr Talebeleri genç oldukları için mecbûriyyetle askere alınacak ve hiçbir cihette şer’ì olmayan bu harbe iştirâk edip hizmet-i Kur’âniyye’ye zarâr dokunacak. Onun için ben gerek Nûr Talebelerinin ve gerek hükûmetin bu harbe girmesini istemiyorum. Bana zulmeden bu bid’atkâr münâfıkların eziyetlerine sabrederim, fakat o kâfirlerin emellerine hizmet etmem. Ferec ve fütûhâtı rahmet-i İlâhiyye’den beklerim.

Şu husûsun bilinmesi lâzımdır ki, Müslümanların küffâr ile harbederken diğer bir kâfir tâifeden yardım almasının câiz olması için üç şart gereklidir:

Birincisi: Şer’ì bir devletin varlığıdır. Eğer şer’ì devlet yoksa, kâfirlerle ittifâk etmek câiz değildir.

İkincisi: Bu şer’ì devletin güçlü olması, ittifâk ettiği kâfirlerden daha zayıf olmaması ve o kâfirler, eğer hıyânet etseler ve düşman safına iltihâk etseler, yine onlara karşı mukàvemet gösterebilecek bir kuvvetinin bulunması lâzımdır. Çünkü şer’ì devlet güçlü olduğu zamân kâfirler Müslümanlara ister istemez yanaşırlar. Müslümanlar, küffâr güçlü olduğu için onlarla ittifâk ettikleri takdîrde kâfirlere hizmet etmiş olurlar.

Üçüncüsü: İttifâk edilen kâfir tâifenin hıyânetinden emîn olunması lâzımdır.

Müslümanların şer’ì devletleri olmadığı şu zamânda kâfirlerle ittifâk etmek, hem de şerîatı getirmek için onlarla ittifâk etmek câiz olmadığı gibi fâidesi de yoktur. Belki şuûrsuzca onlara hizmet etmeye sebebiyet verdiği için zarârlıdır. Demek “Küffâr ile ittifâk etmek, mutlak olarak câizdir” diyenlerin da’vâsı bâtıldır. Belki kâfirlerle ittifâk etmek, çok özel şartlarla mukayyed bir ruhsattır. Bu inceliğe Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, İngilizlere karşı neşrettiği “Hutuvât-ı Sitte” adlı eserinde şöyle işâret etmiştir:
“Muâvenet eli kabûl etmek ayrıdır. Adâvet eli öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından İslâm’ın eski ve mütecâviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muâvenet eli uzatsa kabûl etmek İslâmiyyet’e hizmettir. Senin ise, ey kâfir-i mel’ûn! Senin küfründen neş’et eden teskîn kabûl etmez husûmet elini öpmek değil, temâs etmek de İslâmiyyet’e adâvet etmek demektir.”

İşte Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri de bu zikrettiğimiz sebeblere binâen meâlen şöyle demiştir: “Ben, bana zulmeden bu bid’atçılara sabreder, onların zulümlerine katlanırım. Fakat bu kâfirlerle ittifâk ederek vatana ve millete ihânet etmem. Zâten bu münâfıkları da başımıza musallat eden ve içimizdeki zındıkları yetiştiren yine o kâfirler değil midir? Onlarla ittifâk etsek ne değişir? Bu münâfıklar gider, yerlerine başka münâfıklar gelir.”
İngilizler, İstanbul’u işgal ettikleri sırada yine böyle bir desîse ile ehl-i îmânı kandırıp kendine tarafdâr ve müttefik yapmak istemişti de Üstâd Bedîüzzamân onlara şu şekilde cevâb vermişti:

“Der veyâ dedirtir: Şimdiye kadar sizi idâre edenler fenâlık ettiler, karıştırdılar. Öyle ise bana râzı olunuz?

“Bu vesveseye karşı deriz: Ey el-Hannâs! Onların fenâlıklarının asıl sebebi de sensin! Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayâtı kestin. Evlâd-ı nâmeşrû’unu onlara karıştırdın. Dînsizliğe sevk ederek dînî rüşvet isterdin! Onlara bedel seni kabûl etmek; yalnız müteneccis su ile necîs olmuş bir libâsı, hınzırın bevliyle yıkamak demektir.”

Hem yine aynı eserinde şöyle demiştir:
“Siyâsetimizde en acınacak en ebleh bir akıl varsa; o da öylelerin aklıdır ki; İngiliz milletinin ihtirâs ve menfaatini, İslâmiyyetin menfaat ve izzeti ile kàbil-i tevfîk görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb öylelerin kalbidir ki; hayâtı onun himâyeti altında kabûl eder. Hayâtımızı onun himâyeti altında kàbil görüyor.”

Üstâd’ın şu cümleleri ne kadar mühim ve dâimî düstûrları ihtivâ etmektedir! İçimizdeki ve başımızdaki münâfıkların ve zındıkların def’i ve izâlesi için, o münâfıkları ve zındıkları yetiştiren ve bize musallat eden kâfirlerle ittifâk etmek, Üstâd’ın dediği gibi sâdece necîs bir su ile pislenmiş bir elbiseyi hınzırın bevliyle yıkamak gibidir.

İHTÂR: Üstâd Hazretleri, eserlerinin hiçbir yerinde –hâşâ– cihâd-ı şer’ìyi inkâr etmemiş veyâ “cihâd-ı şer’ìnin zamânı geçmiş, artık maddî cihâd yapılmaz” dememiştir. Aksine bütün eserlerinde ve görüleceği üzere bu eserinde de cihâd-ı şer’ìyi ve onun ebediyyetini isbât etmiş ve Birinci Cihân Harbinde beş yüz talebesiyle bilfiil cihâd etmiştir. Evet, gelecek hadîs-i şerîfin hükmünce cihâd ebedîdir!لجهاد ماض الى يوم القيامة “Şer’ì cihâd, kıyâmete kadar devâm edecektir.”

Şu kısa îzâhtan sonra mezkûr Lem’a’daki suâl ve cevâbların şerh ve îzâhını yapabiliriz:

ŞERH VE ÎZÂHI:

İKİNCİ MERÂKLI SUÂL:
(Bu iki ay zarfında heyecânlı bir vaz’ıyyet-i siyâsiye) ya’nî İkinci Cihân Harbi (karşısında bana, hem alâkadâr olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimâlle ferâh verecek) ya’nî ma’rûz kaldığımız tazyîkàt ve işkencelerden kurtaracak (bir teşebbüs etmek) ya’nî o vaz’ıyyet-i siyâsiye ile alâkadâr olup mevcûd harbin dağdağa ve keşmekeşliğinden ve imkânlarından istifâde ile siyâsî bir harekete teşebbüs etmek (lâzımken) ya’nî hakìkat-i hâli bilmeyenlerin nazarlarına göre bu lâzımken, (o vaz’ıyyete hiç ehemmiyyet vermeyerek, bilakis, beni tazyîk eden ehl-i dünyânın) iktidârdaki hükûmetin (lehinde olarak bir fikirde bulundum.) Mevcûd iktidârın devâm etmesi, asâyiş ve emniyyetin muhâfaza edilmesi ve bu harbe iştirâk edilmemesi fikrinde bulundum. (Ba’zı zatlar, hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: “Sana işkence eden bu mübtedi’) bid’atkâr (ve kısmen münâfık baştaki insânların ta’kìb ettikleri siyâseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?”) Ya’nî şu rejim ki, şerîatı kaldırmış, onun yerine bid’atları ikàme etmiş ve rejimin kànûnlarını tatbîk eden iktidârdaki insânların bir kısmı da münâfık oldukları halde sen bu rejimi ve o münâfıkları tasvîb mi ediyorsun ki onların yıkılması veyâ en azından za’fa uğraması için teşebbüs etmiyorsun. (Verdiğim cevâbın muhtasarı şudur ki:

Bu zamânda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmânın zedelenmesidir. Bunun çâre-i yegânesi nûrdur, Nûr göstermektir ki, kalbler ıslâh olsun, îmânlar kurtulsun.)  Ba’zıları diyorlar ki; “Kalpleri ıslâh edeceğiz, sonra şerîat gelecek. Kalpler ıslâh olmadan şerîat gelse, bu münâfıklar daha da münâfık olacaklar.” Ya’nî şerîatın gelmesini kalplerin ıslâhına bağlıyorlar. Halbuki şerîatın gelmesi, kalplerin ıslâhına bağlı değildir. Resûl-i Ekrem (asm) zamânında ve daha sonraki asırlarda şerîat mevcûd olduğu halde yine münâfıklar vardı. (Eğer siyâset topuzuyla hareket edilse) ya’nî kâfirlerle ittifâk ederek siyâsî bir harekete teşebbüs edilip baştakiler izâle edilse ve (galebe çalınsa, o kâfirler münâfık derecesine iner. Münâfık, kâfirden daha fenâdır. Demek, topuz böyle bir zamânda kalbi ıslâh etmez.

O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nîfâka inkılâb eder.)  Ya’nî bu münâfıkları başımıza musallat eden kâfirlerle ittifâk yapılarak hakìkì galebe te’mîn edilemez ve bu yolla şerîat getirilemez. Çünkü bu münâfıkları devirmek için onları başımıza musallat eden kâfirlerle ittifâk yapılsa, şu anda küfrünü i’lân edip âşikâre küfrü irtikàb eden münâfıklar, nîfâklarını gizlerler. O devrilen münâfıklar, yine o kâfirlerle ittifâk eder ve bizi devirmek için çalışırlar. Çünkü bunlar, onların adamları ve müttefikleridirler. Eğer o kâfirler, menfaatleri icabı bu münâfıkları götürseler, yerlerine başka münâfıkları getirirler.
Üstâd Hazretlerinin mezkûr cümleleri, “Maddî cihâd yapılırsa, kâfirler kılıç korkusuyla münâfık olurlar. O halde maddî cihâd ile değil; ma’nevî cihâd olan ilim vâsıtasıyla insânları iknâ etmek lâzımdır” ma’nâsında değildir. Belki, eğer kâfirlerle ittifâk yapılsa bu münâfıklar gider, başka münâfıklar gelir ve şimdi küfrünü i’lân ve kâfirlerle ittifâk eden baştaki idâreciler bu sefer küfürlerini gizleyip münâfıkâne fesâd çıkarırlar demektir.

Evet, münâfığın hassâsı budur; kuvvetli olursa küfrünü i’lân eder, zayıf düşerse nîfâk perdesi altında saklanır. Münâfığın dayandığı güç, dışarıdaki kâfirlerdir. Bu sebeble içten gelen bir kuvvetle dışarıdaki o gücü imhâ edip daha sonra münâfıkları izâle etmek lâzımdır.

Üstâd’ın yukarıdaki cümlesinde “siyâset topuzuyla hareket edilse” sözü ise, “kâfirlerle ittifâk ederek baştaki münâfıklar izâle edilmeye çalışılsa” ma’nâsındadır. Bu kayıd, suâllerin sebeb-i vürûdundan çıkmaktadır. Çünkü suâl, kâfirlerle ittifâk yapmak hakkındadır.

(Hem Nûr, hem topuz, ikisini bu zamânda benim gibi bir âciz yapamaz.) Ya’nî eğer deseniz: “Mâdem kâfirlerle ittifâk etmek; onlara hizmet etmek ve onların cereyânlarına tâbi’ olmak demektir. O halde hiçbir kâfir ve münafığa âlet ve tâbi’ olmadan, sâdece Kur’ân nâmına maddî cihâd vazîfesini de sen deruhte et!” Cevâben derim ki: “Benim gibi sürgünde ve mahkûm olan, kimseyle görüştürülmeyen ve etrâfında yardımcıları bulunmayan, âciz bir vaz’ıyyete düşürülmüş bir insân, bu iki vazîfeyi berâberce yapamaz.” (Onun için, bütün kuvvetimle nûra sarılmaya mecbûr olduğumdan, siyâset topuzu ne şekilde olursa olsun) ya’nî ister sağ, ister sol cereyâna tâbi’ olmak; ister Almanya, ister Rusya, ister Amerika ile ittifâk etmek olsun (bakmamak lâzım geliyor) Ya’nî hangi kâfir devlet ve hangi küfrî cereyân olursa olsun, şerîatı hâkim etmek için kâfirlerle ittifâk yapmamak lâzım geliyor. Şerîatın hâkimiyyeti, ancak dâhilden gelen bir kuvvetle yapılabilir.

Yoksa hâricteki kâfirlerden alınan yardım ile şerîat hâkim edilemez. İşte bu cümlenin ma’nâsı budur. İnşâellah Üstâd’dan yüz sene sonra gelecek olan Hazret-i Mehdî, Âlem-i İslâm içinden çıkan bir kuvvet ve cereyâna istinâd ederek ve o cereyânın başına geçerek siyâsî vazîfesini yapacak. Ya’nî münâfıkları izâle edip bid’atları kaldıracak ve şerîat-ı İslâmiyyeyi hâkim edecektir, inşâellah! Üstâd Hazretleri zamânında Âlem-i İslâm içinden çıkan böyle bir kuvvet ve cereyân olmadığı için, Üstâd Hazretleri harekâtını hâricteki kâfirlerin cereyânlarına kaptırmamak için siyâseti terk etmiştir.

Üstâd Bedîüzzamân (ra) bu mevzû’u bir mektûbunda şöyle ifâde etmiştir:
“Bu zamânda öyle fevkalâde hâkim cereyânlar var ki, her şeyi kendi hesâbına aldığı için, farazâ hakìkì beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât dahi bu zamânda gelse, harekâtını o cereyânlara kaptırmamak için siyâset âlemindeki vaz’ıyyetten ferâgat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmîn ediyorum.”

Bedîüzzamân Hazretlerinin mezkûr ifâdelerinden anlaşılıyor ki; Bu zamânda İslâmî devlet tamâmen yıkılmış. İslâmî bir cereyân kalmamış. Dîn nâmına bir hareket yapmak mümkün değil. Dünyâda sağ sol da’vâsı başlamış,  sâdece sağ sol çarpışması var. Ancak yüz sene sonra, kendisinin müjde verdiği gibi İslâmî bir cereyân başlayacak.  O zamân dünyâda iki cereyân olacak: Biri; Şerîatın emrettiği tarzda siyâsî bir cereyân. Diğeri ise; küfür cereyânıdır. İşte bu iki cereyân karşı karşıya geldiği zamân siyâset âleminde beklenilen o zât,  şer’ì olan o siyâsî cereyânın başına geçecek,  inşâellah küffârı mağlûb edecek.

İşte ma’lûm ecnebî komite tarafından sû-i isti’mâl edilip, fâsid te’vîlle te’vîl edilen müşkil kısımlardan birisi İkinci Merâklı Suâl’in mezkûr kısmıdır. Bu müşkilin menşei ise; Üstâd Bedîüzzamân’ın mes’eleyi îzâh ederken aşağıda gelecek kısım ile daha önce zikredilen kısım arasında bir takdîm ve te’hîr yapmasıdır. Üstâd’ın murâdının doğru anlaşılması için evvelâ aşağıda gelen kısmın –ki maddî cihâdın kâfir ve mürtedlerin tecâvüzâtının def’i için lâzım olduğunu sarâhaten beyân ediyor– bu noktanın zihinlerde tesbît edilmesi lâzımdır.

İşte ma’lûm ecnebî komite, bu kaydı ve bu Lem’ada geçen suâllerin sebeb-i vürûdunu göz ardı ederek sâdece yukarıdaki ifâdelere hasr-ı nazar edip, –hâşâ– bu cümlelere “Maddî cihâd zarâr verir. Çünkü kâfirleri münâfık derecesine indirir. Onun için maddî cihâdı kaldırıp insânları ilim vâsıtasıyla iknâ ederek onlara galebe çalmamız lâzımdır” gibi gàyet yanlış ve kitâb, sünnet ve icmâ’-ı ümmete ve Risâle-i Nûr’un diğer sarîh ifâdelerine zıt bir ma’nâ verdirmektedir. Onun için Üstâd’ın gelecek cümlelerine dikkat ederek, suâllerin sebeb-i vürûduna bakarak ve kitâb, sünnet, icmâ’-ı ümmet ve Risâle-i Nûr’un diğer sarîh ifâdelerine mürâcaat ederek murâd-ı Üstâdânelerini göstereceğiz.

(Ammâ maddî cihâdın muktezâsı ise, o vazîfe şimdilik bizde değildir.) Bu cümlede geçen “şimdilik” kelimesi işâret eder ki; ileride cihâd-ı şer’ìyi yapacak kimseler gelecektir. Bundan anlaşılıyor ki Üstâd Hazretleri –hâşa– cihâd-ı şer’ìyi inkâr etmiyor. Belki aşağıda anlatılacağı üzere o zamânda cihâd-ı şer’ìyi yapmaya kuvveti olmadığından onunla mükellef olmadığını ifâde ediyor. İleride inşâllah o kuvvete sâhib kimseler geldiğinde, onlar bu cihâd-ı şer’ìyi yapacaklar. Çünkü cihâd ebedîdir.

Maddî cihâdın muktazîsi;
a) Şer’ì devlettir veyâ onun hükmündeki bir güçtür.
b) O şer’ì devletin veyâ onun hükmündeki gücün, cihâdı Kur’ân’ın hâkimiyyeti için i’lân etmesidir.
Cihâdın muktezâsı ise; cihâda katılmaktır.
Şu anda maddî cihâdın muktazîsi olan şer’ì devlet ve o devletin Kur’ân’ın hâkimiyyeti için cihâdı i’lân etmesi olmadığı için, muktezâsı olan bu İkinci Cihân Harbine iştirâkle de mükellef değiliz. Ya’nî bu harb, şer’ì bir cihâd olmadığı için onun muktezâsıyla, ya’nî bu harbe katılmakla mükellef değiliz.  (Evet, ehline göre) ya’nî maddî cihâdı îfâ etmekle şer’an mükellef ve muvazzaf olan ve bu vazîfesini de deruhde eden, ya’nî yaptığı harbi i’lâ-yı kelimetullah denilen Kur’ân’ın hâkimiyyeti için yapan mü’min ve müttakì sultânlara, kumandanlara veyâ o kuvvete sâhib olan kişilere göre (kâfirin veyâ mürtedin tecâvüzâtına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var.) Kendisini ve talebelerini kasdediyor ve maddî güçlerinin olmadığını beyân ediyor. (Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nûra kâfî gelir. Topuzu tutacak elimiz yok.) İşte şu fıkra, bu mevzû’un baş kısmında mütâlea edilerek  zihinde tesbît edildikten sonra mes’eleye bakıldığında Üstâd’ın murâdı, gàyet açık olarak anlaşılacaktır. Üstâd Hazretleri bu cevâbta meâlen şöyle demektedir:

“Farz-ı kifâye olan maddî cihâd, hâricteki kâfirlerin ve dâhildeki mürtedlerin tecâvüzâtına sed çekmek için şerîatın bir emridir ve bir vazîfedir. Fakat bu vazîfe, ehline farzdır. Ehli ise, şer’ì devletin başındaki halife ve kumandanlardır veyâ cihâd-ı şer’ìyi yapabilecek kuvvete sâhib olan kişilerdir. Şu anda şer’ì devlet olmadığı için bu sultânlar ve kumandanlar cihâd-ı şer’ìnin ehli değildirler. O halde şu İkinci Cihân Harbi, cihâd-ı şer’ì değildir. Dünyâya hâkim olmak için kâfirler arasındaki bir muhârebeden ibârettir. Bizim başımızdaki idâreciler de bu harbe girse i’lâ-yı kelimetullah denilen Kur’ân’ın hâkimiyyeti için harbe girmez. Demek bu hükûmet de harbe girse, bu harb şer’ì bir cihâd olmaz. O halde biz, şu anda maddî cihâdın muktezâsıyla mükellef değiliz. Ya’nî bu harb, cihâd-ı şer’ì olmadığı için ona iştirâk etme mükellefiyetimiz yoktur. Fakat hükûmet harbe girse, pek çok Kur’ân şâkirdini cebren askere götüreceğinden ve bu, îmân ve Kur’ân hizmetine zarâr vereceğinden bu harbe iştirâk etmemizi istemiyorum.”

Hem Üstâd Hazretleri burada meâlen diyor ki: “Ben bir âlimim. Maddî ordularım ve kuvvetim yoktur. Sürgünde ve tazyîkàt altındayım ve etrâfımda da kimse yoktur. Onun için ben maddî cihâd-ı şer’ìnin ehli değilim. Maddî cihâd-ı şer’ìnin ehli, cihâd-ı şer’ìyi yapabilecek kuvvete sâhib olan kişilerdir. Onun için ben ve talebelerim maddî cihâd-ı şer’ì ile mükellef değiliz. Ancak ilmî cihâd ile mükellefiz.
Hem talebe-i ulûm-i dîniyye –düşmanın dâhil-i İslâm’a girmesi hâli müstesnâ– şer’ì devlette dahi zarûret olmadan cihâd-ı şer’ì ile mükellef değildir. İkinci Cihân Harbi gibi şer’ì cihâd hükmünde olmayan bir harbe iştirâk etmekle elbette evleviyyetle mükellef değildir.
O halde şimdilik bizim vazîfemiz, bu harbden uzak durup, asâyiş ve emniyyeti muhâfaza ederek, sâdece kalblerin ıslâhı ve fen ve felsefeden gelen dalâletlere karşı ehl-i îmânın îmânlarının muhâfazasıdır.

Hem şu vazîfe, ya’nî ehl-i îmânın îmânlarının muhâfazası çok daha mühimdir. Çünkü şu zamânda ehl-i İslâm’ın en büyük tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmânın zedelenmesidir. Mü’minlerin îmânları zedelendiği takdîrde cihâdı yapabilecek insân da bulunmaz ve kalbleri bozulmuş insânlara emniyyet edip de siyâsî bir harekete teşebbüs edilmez. Bizim gibi âciz, mahkûm ve sürgünde bulunan ve etrâfında çok az sayıda kimse olan kişiler eliyle, böyle kalblerdeki îmânın zedelendiği ve kimseye i’timâd edilmeyen bir zamânda, îmân-ı tahkìki ile kalbleri münevver olan milyonlarca fedâilerle ancak yapılabilecek maddî cihâd vazîfesinin yapılması mümkün değildir. Onun için bizim şu anda yüz elimiz de olsa ancak îmânların takviyesi vazîfesine kâfî gelmektedir.

Demek şu anda yapabileceğimiz ve de yapmamız gereken iş, sâdece kalblerin ıslâhı ve îmânların muhâfaza ve takviyesidir. Şu vazîfeyi yapabilmek için de şu zamânın şartları mûcibince siyâsetten uzak durmak gerekmektedir. Tâ ki şu hizmet, Üstâd’ın dediği gibi  “avâm-ı ehl-i îmânın nazarında, hayât-ı dünyeviyyenin ba’zı gàyelerine basamak olmasın; ve doğrudan doğruya hayât-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakìkatı, hücûm eden şüpheleri ve tereddütleri izâle eylesin.”

Hem söylediğiniz gibi kâfirlerle ittifâk yapmak sûretiyle siyâsî bir hareket içine girilse, ne kalblerin ıslâhı yapılabilir, ne de kâfirlerin ve mürtedlerin tecâvüzâtına sed çekilerek İslâmiyyet lehinde bir fütûhâta sebebiyet verilir. Çünkü siyâset topuzu, kalblerin ıslâhı için değil; kâfir ve mürtedlerin tecâvüzâtına sed çekmek içindir. Halbuki kâfirlerle ittifâk edilerek onlardan gelen tecâvüzâta ve onların yetiştirdiği dâhildeki mürtedlerin fesâdlarına sed çekmek mümkün değildir. Eğer böyle bir şey yapılsa ve galebe çalınsa, şimdi âşikâr küfrü irtikàb eden dâhildeki kâfirler, küfürlerini gizleyerek münâfık derecesine sukùt ederler ki münâfık kâfirden daha şiddetlidir.

Evet, Üstâd Bedîüzzamân’ın şu tesbîtleri ne kadar yerinde ve ne kadar mühimdir ki; zamân onun haklılığını herkese gösterdi. Şu zamânda Âlem-i İslâm içinde husûsan Afganistan, Filistin, Çeçenistan, Irak vb. ülkelerde kâfirlerle ittifâk ederek hareket etmenin verdiği vahim netîceler ortadadır. O kâfirler, görünüşte Müslüman ve hattâ âlim ve şeyh olan nice münâfıkları iktidârda ve siyâsette söz sâhibi yaptılar.

Acabâ, Afganistan’da, Irak’ta ve sâir İslâm topraklarında kâfirlerle ittifâk eden siyâsîler ve âlimler, sözde şerîatı i’lân edeceklerini söyleseler de, hakìkaten orada şerîat hâkim olacak mıdır? Hakìkì şerîatın tatbîkine o yandaşları olan kâfirler izin verirler mi? Olsa olsa Müslümanları kandırmak için görünüşte Müslüman olan münâfıkları iktidârda hâkim veyâ memlekette nüfûz sâhibi yapıp münâfıkları bu ümmetin başına musallat edeceklerdir ve daha şimdiden bunu yapmışlardır. Türkiye’nin bugünkü hâli için ise teemmel!
O halde ey Müslümanlar! Kur’ân-ı Hakîm’in,
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاء “Ey Îmân edenler! Yahûdî ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin!”   ve وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ “Ya Muhammed! Yahûdî ve Hıristiyanlar, sen onların dînine tâbi’ oluncaya dek senden râzı olmazlar”   âyetlerini düstûr-i hareket ittihâz ederek kâfirlerle dostluk ve ittifâk yapmayınız! Zîrâ, onlarla ittifâk ederek Dîn-i İslâm’a hizmet etmek mümkün değildir.

Hem Üstâd’ın şu sözlerine dikkat etmek lâzımdır:
“Ey bu vatan gençleri! Firenkleri taklîde çalışmayınız! Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akıl ile onların sefâhet ve bâtıl efkârlarına ittibâ’ edip emniyyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefîhâne taklîd edenler, ittibâ’ değil, belki şuûrsuz olarak onların safına iltihâk edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi i’dâm ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ’ ettikçe, hamiyyet da’vâsında yalancılık ediyorsunuz! Çünkü şu sûrette ittibâ’ınız, milliyetinize karşı bir istihfâftır ve millete bir istihzâdır!”

“İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Kâfirlerin (Arabî Mesnevî’de, ‘bilhassa Fransız iblisleri ve İngiltere’deki şeytânların’ demektedir) Müslümanlara ve ehl-i Kur’ân’a düşman olmaları küfrün iktizâ’sındandır. Çünkü küfür îmâna zıddır. Maahaza Kur’ân, kâfirleri ve âbâ ve ecdâdlarını i’dâm-ı ebedî ile mahkûm etmiştir.

“Binâenaleyh müslümanlar ile ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan meded beklenilemez. Ancak حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ  diye Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmek lâzımdır.”

Üstâd Bedîüzzamân’ın siyâseti terk etmesinin hikmeti de şu îmân hizmetini Kur’ân’dan başka hiçbir cereyâna âlet ve tâbi’ etmemektir. Çünkü o zamânda, Âlem-i İslâm içinden çıkan bir kuvvet ve cereyân bulunmuyordu. Üstâd Hazretleri de kâfirlerle ittifâk yapıp onların cereyânlarına âlet olmamak için siyâseti terk etti. Kâfirlere yanaşmak yerine ferec ve fütûhâtı rahmet-i İlâhiyye’den bekledi ve حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ   diyerek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti. Fakat –Allâhu a’lem– Üstâd’dan bir asır sonra Hazret-i Mehdî geldiğinde O Zât, Âlem-i İslâm içinden çıkan bir kuvvete istinâd edip, husûsan seyyidler cemâatinden aldığı kuvvet ile siyâsî vazîfesini yapacak. Ya’nî münâfıkları izâle edip bid’atları kaldıracak ve ahkâm-ı şerîatı hâkim edecektir, inşâellah!

ÜÇÜNCÜ MERÂKLI SUÂL
(Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi) ya’nî bir tarafta İngiliz, diğer tarafta İtalya gibi (ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakìkì nokta-i istinâdı) dayanak noktası (ve kuvve-i ma’neviyesinin menbâı) ma’nevî kuvvetinin kaynağı (olan hamiyyet-i İslâmiyyeyi) Müslümanları ve İslâm Dînî’ni himâye etme arzûsunu ve gayretini (tehyîc etmekle) heyecâna getirmekle (şeâir-i İslâmiyyenin) İslâm’ın alâmetleri olan ve ekserîsi devlete taalluk eden farz-ı kifâye ve sünnet-i kifâyelerden ibâret olan ahkâm-ı şer’ıyyenin (bir derece) kısmen de olsa (ihyâsına) canlandırılmasına, ya’nî yeniden ikàme ve icrâsına (ve bid’aların) şer’ì olmayan kànûnların (bir derece def’ine medâr olacağı halde, neden şiddetle harb aleyhinde çıktın) Üstâd Hazretlerinin bu cümlesinden murâdı; “Neden Müslümanların harbe girmemesi, kâfirlerin ise harblerinin devâm etmesini istedin?” demektir.

Bedîüzzamân Hazretlerinin bu cümlesinden, –hâşâ– O Zatın kâfirlerin içinde sulhun vücûd bulmasına tarafdâr olduğu anlaşılmamalıdır. Zîrâ kâfirler içindeki sulha tarafdâr olmak küfürdür. (ve bu mes’elenin âsâyişle halledilmesini duâ ettin) Müslümanların harbe girmemesi için duâ ettin. Yoksa kâfirlerin harbe girmemesi için değil. Çünkü böyle bir duâ câiz değildir. (ve şiddetli bir sûrette mübtedi’lerin) bid’atçıların (hükûmetleri lehinde taraftâr çıktın?) Ya’nî bu hükûmete ilişen İngiliz ve İtalya gibi ecnebî devletlere karşı bu bid’atkâr ve kısmen münâfık olan hükûmeti tuttun. (Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir.

Elcevâb: Biz ferec ve ferâh ve sürûr ve fütûhât isteriz. Fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zâten o mütemerrid) hakka karşı inâd eden (ecnebîlerdir ki, münâfıkları ehl-i îmâna musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.) İşte yukarıda ikinci suâlin cevâbında îzâh edilen noktayı, Üstâd Hazretleri burada sarâhaten zikretti. Başımızdaki ve içimizdeki münâfık ve zındıkları bize musallat eden ve yetiştiren yine o ecnebî kâfirler değil midir? Bu münâfıkların def’i için o kâfirlerle ittifâk yapılsa, bunun ne menfaati olacaktır? Olsa olsa ancak bu münâfıklar gider, yerlerine başka münâfıklar gelir. Kâfirden dost olmaz ve onlardan İslâmiyyet lehinde bir menfaat gelmesi mümkün değildir. İslâmiyyetin hâkimiyyeti, ancak dâhilden gelen bir kuvvete istinâd edilerek te’mîn edilebilir. Yoksa hâricteki kâfirlerle ittifâk edilerek şerîat getirilemez.

Hem harb belâsı ise, hizmet-i Kur’âniyyemize mühim bir zarârdır. Bizim en fedâkâr ve en kıymettâr kardeşlerimizin ekserîsi kırk beşten aşağı olduğundan, harb vâsıtasıyla vazîfe-i kudsiyye-i Kur’âniyyeyi bırakıp askere gitmeye mecbûr olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-i rızâmla, böyle kıymettâr kardeşlerimin herbirisini askerlikten kurtarmak için, bedel-i nakdiye bin lira kadar da olsa verirdim.) Ba’zıları Üstâd Hazretlerinin bu cümlelerinden –hâşâ– Üstâd, talebelerinin asker olmasını, maddî cihâda katılmasını istemiyormuş gibi bir sonuç çıkarmaktadır. Böyle bir düşünce yanlıştır. Çünkü Üstâd Hazretleri bütün gücüyle, Birinci Cihân Harbinde talebeleriyle berâber kâfirlerle savaştı ve bu harbte beş yüz talebesini şehîd verdi. Bu hâl gösteriyor ki; Üstâd Hazretleri şer’ì cihâda taraftârdır. Ancak İkinci Cihân Harbi, şer’ì cihâd olmadığı için talebelerinin bu savaşa katılmasını istememiş. Hem şer-i şerîfe göre; talebe-i ulûm-i dîniyye, zarûret olmadan askere alınmazlar. Bu İlâhî bir emirdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Tevbe sûresinin 122. âyet-i kerîmesinde bu emrini şöyle ifâde etmiştir:
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَافَّةً فَلَوْلاَ نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِى الدّينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ  يَحْذَرُونَ

“Bütün mü’minler, birden toplanıp savaşa çıkmaları doğru değildir. Her kabîleden büyük bir kısım savaşa gitmeli, onlardan bir kısmı da dîn ilimlerini öğrenmek ve kabîleleri savaştan kendilerine döndüğü zamân, onları Ellah’ın azâbıyla korkutmak için geri kalmalıdır. Olur ki Ellah’ın azâbından sakınırlar.”

Demek Bedîüzzamân Hazretleri, iki noktadan dolayı talebelerinin İkinci Cihân Harbine katılmalarını istememiş:
Birinci Nokta: Bu harb, şer’ì cihâd olmadığı içindir. Çünkü şer’ì cihâd, Kur’ân’ın hâkimiyyeti için yapılır. İkinci Cihân Harbi ise; dünyânın hâkimiyyeti için idi.
İkinci Nokta: Şer’ì devlet harbe katılsa bile, talebe-i ulûm-i dîniyyenin zarûret olmadan harbe katılması câiz değildir. Zîrâ bundan dolayı dîne zarâr gelir.

(Böyle yüzer kıymettâr kardeşlerimizin hizmet-i Kur’âniyye-i Nûriyyeyi bırakıp maddî cihâd) Bu cümlede geçen cihâddan murâd harbdir. Yoksa cihâd-ı şer’ì değil. Zîrâ o zamânda dünyâya hâkim olmak için yapılan harblere de cihâd deniliyordu. (topuzuna el atmakta, yüz bin lira kendi zarârımızı hissediyordum. Hattâ Zekâi’nin bu iki sene askerliği, belki bin lira kadar ma’nevî faydasını kaybettirdi.) Ya’nî bu harb, şer’ì bir cihâd değildir. Şer’ì olmayan böyle bir harbe girilse, hizmet-i Kur’âniyyede bulunan ekser Nûr Talebeleri mecbûriyyetle bu harbe katılacaklar ve bu da hizmete zarâr olacak. Onun için hükûmetin harbe girmemesini ve bu mes’elenin asâyişle halledilmesini istedim.

Evet, Üstâd’ın bu ifâdeleri, İkinci Cihân Harbinin şer’ì bir cihâd olmadığını açıkça ifâde etmektedir. Çünkü eğer bu, şer’ì bir cihâd olsa idi; Birinci Cihân Harbinde talebeleriyle berâber cihâda iştirâk eden ve beş yüz talebesini şehîd veren Üstâd Hazretleri, elbette bu İkinci Cihân Harbi için böyle ifâdeler kullanmayacaktı.

Suâl: Üstâd Bedîüzzamân’ın Kore Harbine bir talebesini gönderdiği söylenmektedir. Halbuki o harb de şer’ì bir cihâd değildi?

Elcevâb: Bütün eâzım-ı İslâmiyye hakkında olduğu gibi Üstâd Bedîüzzamân’dan da nakledilen hâtıralar, sıhhati tesbît olduktan sonra bakılır, eğer şerîata ve Üstâd’ın Risâle-i Nûr’da geçen ifâdelerine muvâfıksa kabûl edilir. Eğer muhâlifse, şerîata ve Risâle-i Nûr’daki sarîh ifâdelere muvâfık bir sûrette te’vîl edilir. Veyâhut bilmediğimiz ba’zı şartlarla mukayyed mahsûs bir fetvâ olduğuna hükmedilir ve o hüküm ta’mîm edilmez ve delîl tutulmaz. Veyâhut da hikâyeyi nakleden kişinin yanlış anladığına hükmedilir. Aksi halde hurâfe ve bid’atlara kapı açılır.

Kitâb ve sünneti bırakıp, hem hâtırası nakledilen o âlimin kitâblarındaki açık ifâdelerine da bakmayıp, sâdece hâtıralarla hüküm vermeye çalışmak, ulemâ-yı İslâm’ın mekrûh ilim saydıkları kıssahânlığın bir nev’ìne kapı açar. Târihte pek çok hurâfe ve bid’atlar, ulemâ ve meşâyih-i İslâmiyyeye ve hattâ peygamberlere isnâd edilen bu nev’ì hâtıra ve hikâyeler vâsıtasıyla dîne girmiştir. Halbuki o hikâyelerin yalan olması veyâ içine yalan ve yanlışın karışması veyâ hikâyeyi anlatan şahsın yanlış anlaması veyâ o fetvânın mahsûs ve mukayyed olması mümkündür.

Buna binâen Üstâd Hazretlerine isnâd edilen bu hâtıra eğer sahîhse, edille-i şer’ıyyeye ve Risâle-i Nûr’daki ifâdelere muvâfık olarak te’vîl edilmelidir. Şerîata göre Kore Harbinin şer’ì bir harb olmadığı zâhirdir. Çünkü o harb, i’lâ-i kelimetullah için yapılan bir harb değildi.

Üstâd Bedîüzzamân’ın yukarıdaki açık ifâdelerine de baktığımızda anlaşılır ki, şu ifâdeleri kullanan bir Zatın böyle bir harbe herhangi bir talebesini göndermesi mümkün değildir.

Sâniyen: Kore Harbine iştirâk eden o talebenin bizzât kendi ifâdesine göre; bu harbe onu Üstâd göndermemiştir. Askerlik yaşına geldiği için devlet onu cebren harbe götürmüştür. Üstâd’ın buna yapabileceği bir şey yoktur. Bu hâli Üstâd’a anlattığında ondan Japonya’nın eski başkumandanına Risâle-i Nûr eczâlarını götürmesini istemiştir. Ma’lûm olduğu üzere o Japon kumandan, İslâm’ı araştıran ve Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’den tevhid ve nübüvvet-i Muhammediyye (asm)’a ve âhirzamân hadîslerine dâir suâller soran ve bu suâlleriyle Muhâkemât eserinin Üçüncü Makàlesi ile Beşinci Şuâ’ın te’lîfine sebeb olan kişidir. Ellahu A’lem! Üstâd Hazretleri bu sûretle o talebesinin niyyetini tashîh etmesini ve harbe iştirâk niyyetiyle değil, Kur’ân hizmeti niyyetiyle oraya gitmesini istemiş, bu şekilde belki ona mes’ûliyyetten bir kurtuluş çâresi bulmak murâd etmiştir.

(Her neyse... Kadîr-i küllî Şey, bir dakìkada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semânın berrâk yüzünde ziyâdâr güneşi gösterdiği gibi, bu zulümâtlı ve rahmetsiz) ya’nî güneşi göstermediği gibi yağmur da vermeyen (bulutları da) bid’at bulutlarını da (izâle edip hakàik-ı şerîatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir.) Ya’nî kâfirlerden ve münâfıklardan hiçbir menfaat ve dostluk beklemiyoruz. Bütün acz ve fakrımızla Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve rahmetine ilticâ ediyoruz.  حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine îmân versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.)

Bu, rahmet-i İlâhiyye’den bir temennîdir. Yoksa iş sâdece böyle düzelir, demek istemiyor. Çünkü hadîs-i Nebevî ile ulu’l-emre karşı nasuh olmakla emredildiğimiz için eğer onlar Kur’ân’ın emrine uyarlarsa onlara itâat etmek, eğer uymazlarsa onları Kur’ân’ın emrine da’vet etmekle mükellefiz. Bu da’veti yaparken onlara karşı nasuh olmalı ve makàmlarında gözümüz olmadan, Kur’ân’ın emrini yerine getirsinler, mevkı’leri yine onların olsun diye düşünmeliyiz. Diğer ihtimâl ancak zarûret durumundadır. Aksi halde da’vette ihlâs bozulmuş olur. İşte Üstâd Hazretleri, ulu’l-emirlere karşı nasuh ve hayırhâhlığı ve da’vetteki ihlâsından dolayı rahmet-i İlâhiyye’den ümîd ediyor ki; Cenâb-ı Hak bu işi bize pahalı satmasın, ucuz ve dağdağasız versin. Âmîn.

Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-5

 

Muhammed Doğan'ın (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) beyanatları Nurmend.com sitesinden başka bir platformda yayınlanmamaktadır. © 2014-2023 | Her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Nurmend - Şerhmend
0.206 sn. deSen
↑ Yukarı