tel tel tel
Kur'an-ı Kerim'den
Ey Resulüm! (Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.
(Enbiya, 21/107)
Hadîs-i Şeriflerden
Namazı benden gördüğünüz şekilde kılınız.
(Buhari, Ahâd 1)
Dualardan
Ellah sizlerden ebedî razı olsun, âmîn. Ve sizi, hizmet-i imaniye ve Kur'aniyede muvaffak eylesin, âmîn.
(Kastamonu Lahikası)
Vecîze
Bir kalb ve vicdan, fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez.
Münâzarât

İLİM NEDİR? ALİM KİME DENİR?

BİR SENE BU RİSÂLELERİ VE BU DERSLERİ ANLAYARAK VE KABUL EDEREK OKUYAN, BU ZAMANIN MÜHÜM, HAKİKATLİ BİR ÂLİMİ OLABİLİR NE DEMEKTİR ÂLİM KİME DENİR?

Kökü ecnebî diyârında olan ma’lûm zındıka komitesi tarafından sû-i isti’mâl edilen mes’elelerden birisi de Üstâd Bedîüzzamân’ın “Yirmi Birinci Lem’a”daki “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamânın mühim, hakìkatli bir âlimi olabilir” sözü hakkındadır. Ma’lûm zındıka komitesi, Üstâd Hazretlerinin bu sözünü fâsid te’vîllerle te’vîl edip, “Risâle-i Nûr’u her okuyan kişi, bir sene içinde âlim olur. Onun için Risâle-i Nûr kâfîdir, başka eserleri, husûsan Kur’ân ve hadîsi okumaya ihtiyâc yoktur” diyerek bu fâsid te’vîli, Âlem-i İslâm içinde yaymışlardır. O gizli örgüt, Bedîüzzamân Hazretlerinin mezkûr cümlesini sû-i isti’mâl etmekle Müslümanları bâhusûs Risâle-i Nûr şâkirdlerini Kur’ân ve hadîsten uzaklaştırmak istiyorlar. Bu sebeble bu mes’eleyi kaleme almak mecbûriyyetinde kaldık. Bu mes’eleyi kaleme alırken hedefimiz o gizli zındıka komitesidir; –hâşâ– Müslümanlar bâhusûs Risâle-i Nûr talebeleri değildir.

Bu cümlenin ma’nâsını anlamak için evvelâ bu cümlenin zikredildiği mektûbun icmâlî ma’nâsını beyân edip, daha sonra “âlim” kime denir ve Üstâd’ın bu cümlesinde geçen “âlim” ta’bîrinden murâdının ne olduğunu anlatmaya çalışacağız.

Cümlenin geçtiği mektûb, “İhlâs Lem’ası” denilen meşhûr “Yirmi Birinci Lem’a”nın âhirine bir zeyl olarak ilâve edilmiştir. Bu lem’ada ihlâsı kazanmanın ve muhâfaza etmenin düstûrları ve en müessir sebebleri gàyet hârika bir sûrette anlatıldıktan sonra, tarîk-ı hakta çalışan Kur’ân hâdimlerini bu hizmetten alıkoyan ve ihlâsı kıran mâni’ler zikredilip îkàz edildikten sonra mezkûr mektûb eserin âhirine dercedilmiştir. Bu mektûbda mübârek üç ayların girmesinden dolayı zikir ve evrâd ile meşgûliyyet sebebiyle Risâle-i Nûr’u yazmakta fütûr gösteren talebelere şevk ve gayret vermek için Üstâd Bedîüzzamân, Risâle-i Nûr’u yazmakta beş nev’ì ibâdet bulunduğunu beyân edip, sonra iki hadîs-i şerîfin ma’nâsını cem ederek, kalemleriyle Risâle-i Nûr’u yazan talebelere her bir dirhem mürekkebinin haşirde yüz dirhem şehîd kanıyla muvâzene edileceği müjdesini vermiş ve bu sûretle meşrû’ hırs-ı sevâb arzûsuyla dahi Kur’ân hizmetinde fütûr gösterilmemesi ve Kur’ân’a hizmetin nâfile zikir ve evrâddan çok daha fazla sevâblı olduğunu latîf bir üslûbla beyân etmiştir.

Üstâd’ın zikrettiği hadîslerden;

Birincisi: يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَاءِ بِدِمَاءِ الشُّهَدَاءِ (ev kemâ kàl). Ya’nî, “Mahşerde ulemâ-i hakìkatin sarf ettikleri mürekkep, şehîdlerin kanıyla muvâzene edilir, o kıymette olur.”

İkincisi: مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهِيدٍ (ev kemâ kàl). Ya’nî, “Bid’aların ve dalâletlerin istîlâsı zamânında Sünnet-i Seniyyeye ve hakìkat-i Kur’âniyyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehîd sevâbını kazanabilir.”  
İşte şu iki hadîs cem edildiğinde şu müjde-i Nebeviyye zuhûr ediyor ki, bid’aların istîlâ ettiği böyle bir zamânda hakàik-ı îmâniyyeye ve esrâr-ı şerîat ve sünnet-i seniyyeye hizmet eden mübârek, hâlis kalemlerden akan siyâh Nûr veyâ âb-ı hayât hükmünde olan mürekkeplerin bir dirhemi, şühedânın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde, Risâle-i Nûr şâkirdlerine fayda verebilir.

Buna mukàbil şöyle bir mukadder suâl vârid oluyor ki:
Eğer deseniz: “Hadîste âlim ta’bîri var. Bir kısmımız yalnız kâtibiz.”

Buna cevâben Üstâd Hazretleri şöyle diyor:
“Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamânın mühim, hakìkatli bir âlimi olabilir.”

İşte mezkûr cümle, Risâle-i Nûr şâkirdlerinin şu müjde-i Nebeviyyeye mazhariyyetleri için söylenmiştir.
Şu cümlenin iyi anlaşılabilmesi için evvelâ kime âlim dendiğini ve âlimin şer’ì ta’rîfinin ne olduğunu îzâh etmek lâzımdır.

Âlim, lugat ma’nâsı i’tibâriyle ilmin ism-i fâilidir ve “bilen”, “ilim sâhibi olan” ma’nâsınadır. İstîlâhî ma’nâda ise âlim; ulûm-i şer’ıyye olan tefsîr, hadîs, akìde ve fıkhı bilen kişilere denir. Bu ilimleri bilmeyen kişilere, başka mevzû’larda ne kadar ma’lûmât sâhibi olursa olsunlar âlim denilmez. Kur’ân ve ehâdîs-i Nebeviyyede âlimlerin fazîletleri hakkında vârid olan bütün haberler, bu şer’ì ilimlere, ya’nî Kur’ân, hadîs, akìde ve fıkha vâkıf olan kimseler hakkındadır. Bu mes’eleyi İmâm Nevevî Minhâc’da, vasiyyet mevzû’unda şöyle îzâh etmiştir:
 

و العلماء اصحاب علوم الشرع من تفسير وحديث وفقه، لا مقرئ واديب و معبِّر و طبيب، و كذا متكلم عند الاكثرين

 “Âlimler, şer’ì ilimler olan tefsîr, hadîs ve fıkıh ilmini bilen kişilerdir. Mukri’, edîb, muabbir ve tabîb âlim sayılmazlar. Ekser ulemâya göre mütekellim de âlim sayılmaz.”

Görüldüğü üzere İmâm Nevevî sâdece tefsîr, hadîs ve fıkıh ilmini bilen kişilere âlim denileceğini, bunun hâricindeki ilimleri bilenlerin âlim sayılamayacağını ifâde etmiştir. Minhâc’ın şerhi olan Muğni’l Muhtâc’da imâm Nevevî’nin bu sözü îzâh edilirken şöyle denilmiştir:

“Tefsîr, lügatte garîb lafzın ma’nâsını beyân etmek demektir. Şer’an ma’nâsı ise;  Kitâb-ı Azîz olan Kur’ân’ın ma’nâsını ve onun murâdını anlamaktır. Bu ise sâhili olmayan bir denizdir ki; her âlim bu denizden kendi mikdârınca almaktadır. Bu ise iki kısımdır.
“Biri: Ancak tevkîf ile anlaşılabilen kısımdır. (Ya’nî Allah ve Resûlü (asm) o âyetlerin ma’nâsını beyân etmiştir ki onun hâricinde bir ma’nâ verilmesi mümkün değildir. Kur’ân’ın diğer âyetleri ve Resûl-i Ekrem (asm) o âyetleri nasıl tefsîr etmişse öylece anlaşılması lâzımdır.)

“Diğeri: Lügat, maânî ve beyân gibi başka ilimler vâsıtasıyla lafzın delâletinden idrâk edilen kısımdır.

“Bu ikinci kısım ise, şerîattan istifâde edilen lafza, ya’nî Kur’ân’ın lafzına tevakkuf ettiği için o dahi şer’ì sayılır. Ve bu iki kısmın arkasında Allahu Teâlâ’nın kuluna ihsân ettiği bir fehim, bir anlayış vardır ki o dahi şer’ì sayılır. Irakî şöyle demiştir. Bir kişi ahkâmını bilmeden sâdece tefsîri bilse ona hiçbir şey sarf edilmez. (Ya’nî âlim sayılmadığı için vasiyyet edilen maldan ona bir şey verilmez). Çünkü o sâdece hadîsi veyâhut duyduğu bir sözü nakleden kişi gibidir.

“Hadîs ilminden murâd; hadîslerin râvîlerini, tarîklerini, sahîhini, sakìmini, alîlini ve bu husûsta ihtiyâc duyulan diğer şeyleri bilmektir. Bu ilim, Kur’ân’dan sonra en şerefli ilimdir. Onun için bu ilimde âlim olan, ulemânın en şereflilerindendir. Hadîsleri sâdece dinleyen kişi ise hadîs âlimi sayılmaz.

“Fıkıh ilminden murâd ise; ahkâm-ı şer’ıyyeyi nass ve istinbât cihetiyle bilmek demektir. Ya’nî şerîatın her bir nev’ìne âit bir kısım ahkâma ma’rifet sâhibi olmaktır. Bunu İbn-i Rif’a söylemiştir. Bu sözden murâdı ise; şerîatın bütün bablarından her bir bâba âit bir kısım ahkâma muttali’ olmaktır. Yoksa ahkâm-ı şerîatın bablarından sâdece bir bâbı bilmek değildir. Meselâ kişi, sâdece hayız ahkâmını veyâ ferâiz ahkâmını bilmekle fıkıh âlimi sayılmaz. Şâri’ her ne kadar bunları ilmin yarısı olarak tesmiye ettiyse de sâdece bu kısımları bilmekle âlim sayılmazlar.”

İmâm Nevevî’nin yukarıda âlim-i şer’ì olarak saymadığı kimselerden “Mukri’” den murâd, Muğni’l Muhtâcın beyânına göre ya Kur’ân’ı yüzünden okuyan kimsedir veyâhut rivâyât ve ricâl âlimleridir. Ya’nî hadîslerin ma’nâsını anlamadan sâdece râvîlerini tanıyan kişilerdir ki bunlar, sâdece hadîslerin rivâyet yollarını bilen kişiler gibi âlim sayılmazlar. Veyâhut Mukri’den murâd ma’nâya değil de sâdece lafızlara taalluk eden kırâat ilmini bilen kimselerdir ki bunlar da âlim sınıfına girmezler.

Edîbten murâd ise nahivciler ve lügatçilerdir. Muabbir’den murâd rü’yâ ta’bîrcileridir. Tabîb’den murâd ise tıb fennini iyi bilenlerdir. Muğni’l Muhtâc, Nevevî’nin bu saydıklarına müneccim, matematikçi ve mühendisleri de dâhil etmiştir ki bunlar da şer’ì âlim sayılmazlar. Ayrıca lügat, sarf, maânî, beyân, bedi’, arûz, kâfîye, mûsikì ve bunlar gibi ilimleri bilenlerin de âlim sayılamayacağını beyân etmiştir.

Hem İmâm Nevevî yukarıdaki cümlesinde ekser ulemâya göre mütekellimlerin, ya’nî kelâmcıların da âlim sayılmayacağını ifâde etmiştir. İmâm Sibkì bunu şöyle îzâh etmiştir:

“Eğer kelâm ilminden murâd; Allahu Teâlâ’yı ve onun sıfatlarını bilmek ve bid’atçıları reddedip sahîh i’tikâdı,  fâsid i’tikâddan ayırt etmek için lâzım olan ilimleri tahsîl etmek ise; bu şer’ì ilimlerin en yükseğidir ve bu ilmin âlimi, âlimlerin en fazîletlisidir. Eğer kelâm ilminden murâd, bu ilimdeki şübhelerle meşgùl olmak ve felsefenin mesleğinde gidip onların tartışmaları içinde boğulmak ve zamânını zâyi’ etmek ise ve hattâ bundan ziyâde olarak bid’atçi olup dalâlete da’vetçi olmak ise bu, ilimden ziyâde cehâlet ismine lâyıktır. Ammâ hukemâ ve felsefecilerin mesleğinde giden İlâhiyyât ile alâkalı kelâm ise o da usûlu’d-dîn ilminden sayılmaz. Belki o ilmin ekserîsi dalâlet ve felsefedir. Allahu Teâlâ menn u keremiyle bizi muhâfaza etsin. İşte İmâm Şâfiì’nin red ve inkâr ettiği kelâm, şu kısım kelâmdır. Ya’nî felsefe mesleğinde giden kelâmdır. İmâm-ı Şâfiì şu kısım kelâm için şöyle demiştir:

“‘Allahu Teâlâ’nın kulunu şirkin hâricindeki cümle günâhların içine atması, onu (felsefe mesleğinde giden) kelâm ilmine atmasından daha hayırlıdır’.”   

Sibkî ayrıca şöyle demiştir:
“Kezâ sûfîler de kelâm ulemâsı gibi şu iki kısma ayrılırlar.”

Şu îzâhtan anlaşılıyor ki, şer’ì ilimler münhasıran Kur’ân ve Hadîs’ten ibârettir. Eğer bir ilim, Kur’ân ve hadîse dayanıyor, ya’nî onların ma’nâsını îzâh ediyorsa, Kur’ân ve hadîsin bir nev’ì tefsîri olduğu cihetle o ilim de şer’ì bir ilim sayılır. Kur’ân ve hadîsin ise iki ciheti vardır.

Birincisi: Amelî cihetidir ki, ehl-i sünnet içindeki mezheb imâmlarının re’yleri, Kur’ân ve Hadîsin bu cihetini tefsîr ve îzâh etmektedir.

İkincisi: Îmânî ve i’tikâdî cihetidir ki, ilm-i usûli’d-dîn ve müsbet olan kelâm ve tasavvuf bu ciheti tefsîr ve îzâh etmektedir.

Bu nokta-i nazardan Kur’ân ve hadîsin amelî cihetini tefsîr ve îzâh eden fıkıh ilmi ile, Kur’ân ve hadîsin îmânî ve i’tikâdî cihetini tefsîr ve îzâh eden ilm-i usûli’d-dîn, müsbet ilm-i kelâm ve ilm-i tasavvuf da şer’ì birer ilim sayılırlar. Fakat fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi ilimlerin şer’ì ilim sayılmaları mutlak değil, ancak Kur’ân ve hadîse uygun olmaları ve Kur’ân ve hadîse birer tefsîr, birer âyine ve birer dellâl hükmünde olmaları şartıyla mukayyeddir. Fıkıh, kelâm ve tasavvuf içinde, Kur’ân ve hadîse muhâlif olan ve onlara gölge ve perde olan, ya’nî cam gibi arkasında Kur’ân ve hadîsi göstermeyen, ya’nî ehl-i sünnet ve cemâat’e muhâlif olan fıkıhçıların, kelâmcıların ve tasavvufçuların ilimleri, şer’ì birer ilim sayılmazlar. Belki onlar cehâlet, hattâ bid’at ve dalâlettir. Binâenaleyh mes’eleyi şöyle hulâsâ edebiliriz:
Şer’ì olan fıkıh ilmi, ehl-i sünnet ve cemâatin on iki hak mezhebinin ve şu anda revâçta olan Hanefî, Mâlikî, Şâfiì ve Hanbelî mezheblerinin fıkhıdır. Bu mezheblerin dâiresi içinde olmak şartıyla bir kimse fıkhın her bir bâbına âit kâfî mikdârda ilme sâhib olursa o kişi âlim-i şer’ì sayılır. Bu ehl-i sünnet mezheblerinin hâricinde olan diğer bâtıl mezheblerin fıkıhları ise ilm-i şer’ì sayılmaz ve o ilmin sâhibleri de âlim-i şer’ì olamazlar. Ancak bid’at ve dalâlet içinde birer fâsık olurlar.

Şer’ì olan kelâm ilmi, ya’nî müsbet kelâm ilmi ise, Kur’ân ve hadîse uygun olan ve Kur’ân ve hadîsin îmânî hakìkatlerini tefsîr ve îzâh eden ve felsefeyi kendisine meslek edinmemiş olan kelâm ilmidir. Ya’nî ehl-i sünnet ve cemâatin i’tikâdî mezhebleri olan Mâturîdî ve Eş’arî mezheblerinin, Kur’ân ve hadîsten istihrâc ederek tesbît ettikleri îmânî hakìkatleri, yine Kur’ân ve hadîse istinâd ederek aklî delîllerle isbât eden müsbet kelâm ilmi de bir ilm-i şer’ì sayılır. Bu ilmin âlimi de âlim-i şer’ì sayılır. Belki bu ilmin sâhibi, âlimlerin en fazîletlisidir. Fakat kelâm ilmi adı altında felsefeyi kendisine meslek edinmiş ve felsefenin düstûrlarını kabûl ederek hareket eden ve Kur’ân ve hadîse istinâd etmek yerine, aklına ve felsefeye istinâd eden ve Kur’ân ve hadîsin ma’nâsına kendi aklını ve felsefenin düstûrlarını mihenk yapan tâifelerin kelâm ilimleri ilm-i şer’ì değildir.

Şer’ì olan tasavvuf ilmi ise, ehl-i sünnet ve cemâat içinde olan ve Kur’ân ve hadîsin beyân ettiği îmânî hakìkatlerin inkişâfını kendisine gàye-i maksad edinen ve tarîkatı, şerîata hâdim olarak gören tasavvuf ilmi de bir ilm-i şer’ì sayılır. Fakat keşfiyyâtını mutlak doğru olarak gören ve Kur’ân ve hadîsin mîzânına vurmayan, ehl-i sünnetin muhakkìk ulemâsının düstûrlarına riâyet etmeyen ve şerîatı, tarîkata hâdim zanneden tâifelerin tasavvufları bir ilm-i şer’ì değildir.

İşte şu kàidelere binâen Risâle-i Nûr’un mevkı’ını şöyle tesbît edebiliriz:
Risâle-i Nûr, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın i’caz-ı ma’nevîsinden gelen bir tefsîr-i Kur’ânîdir. Kur’ân’ı kendisine Üstâd telakkì etmiş, bütün himmetini Kur’ân’a tevcîh etmiş ve Kur’ân ve hadîsin îmânî hakìkatlerini tefsîr, îzâh ve isbât etmiştir. Bu cihette müsbet ilm-i kelâm ve ilm-i tasavvuf içinde bir tecdîd yapmıştır. Şu noktada aslâ felsefeyi kendisine meslek ittihâz etmemiş, belki menfî felsefeyi Kur’ân’ın karşısında bir düşman olarak telakkì etmiş ve Kur’ân’ın hazînesinden aldığı ma’nevî bürhân silâhlarıyla, fen ve felsefeden gelen evhâm ve şübheleri def’ etmeyi kendisine gàye-i maksad yapmıştır.

Bedîüzzamân Hazretleri, eserlerinin hiçbir yerinde ehl-i sünnetin muhakkìk âlimlerinin tesbît ettikleri düstûrlara muhâlefet etmemiştir. Bu hakìkati, Üstâd Bedîüzzamân, kendi mesleğini anlatırken şöyle ifâde ediyor:
“Bütün bildiği ulûm-i mütenevviayı Kur’ân’ın fehmine ve hakíkatlarının isbâtına basamaklar yaparak hedefini ve gáye-i ilmiyyesini ve netîce-i hayâtını, yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın i’câz-ı ma’nevîsi, ona rehber ve mürşîd ve üstâd oldu.”

Hem yine şöyle demiştir:
“Risâletü’n-Nûr sâir te’lîfât gibi ulûm ve fünûndan ve başka kitâblardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka Üstâdı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Te’lîf olduğu vakit hiçbir kitâb müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’ânîden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzûl ediyor.”

Üstâd Hazretlerinin burada ve sâir eserlerdeki “Risâle-i Nûr’un Kur’ân’dan başka mercii yoktur” ve “Ne şarkın ulûmundan ve ne de garbın fünûndan alınmamıştır” gibi ifâdelerinin ma’nâsı şudur:

Risâle-i Nûr, şarkın ulûmundan ya’nî kelâm ve tasavvuftan alınmadığı gibi; garbın fünûnundan ya’nî felsefeden de alınmamıştır. Doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’in i’câz-ı ma’nevîsinden gelen ve ilhâm ve istihrâcla yazılmış bir tefsîr-i Kur’ânîdir.

Risâle-i Nûr, kelâm ve tasavvufta tecdîdât yaparak, felsefeyi de çürüterek doğrudan doğruya Kur’ânî bir tarz ve metod ta’kíb etmek sûretiyle ilim içinde hakìkate yol açan yüksek ve ma’nevî bir tefsîr-i Kur’ânîdir.

Risâle-i Nûr, bu asrın ihtiyâcına cevâb verecek şekilde yazılan, yeni ve müstakil bir üslûbla kaleme alınan zâhir ve bâtının memzûcu bir tefsîr-i Kur’ânîdir.

Risâle-i Nûr, hakàik-ı îmâniyye cihetinde kelâm ve tasavvuf ilimlerine ihtiyâc bırakmıyor. Zîrâ hakàik-ı îmâniyyenin aklî delîllerle isbâtı husûsunda kelâm ilminin serdettiği delîllere bedel; Risâle-i Nûr daha kuvvetli delîller serdeder. Tasavvuftaki imkân âleminin keşfinden sonra vücûb âlemini keşfetmeye bedel; Risâle-i Nûr, âlem-i imkânla âlem-i vücûbu berâber ders verir. Ya’nî her bir eserde bütün âsârı, her bir fiilde bütün ef’âli, her bir isimde bütün esmâyı gösterir. Böylece tasavvufun en son mertebesinde elde edilebilen hakàiki ve keşfiyyâtı, Risâle-i Nûr ilk derste verir ve akıl ile kalbi birleştirir.

Risâle-i Nûr, tasavvuf ve kelâm ilimlerinde tecdîdât yapmış, bu ilimleri Kur’ânî bir hâle getirmiş, asrın anlayışına göre îzâh etmiş ve Kur’ân’a bağlamıştır. Ya’nî tasavvuf ve kelâm ilimleri, her ne kadar Kur’ândan alınmışsa da, zamânla aslını kaybederek başka bir şekle dönüştüğünden Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri asrın müceddidi olması hasebiyle tasavvuf ve kelâmda tecdîdât yaparak Kur’ânî bir şekil kazandırmıştır.
Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeyi isbât etmek noktasında kelâm ilmine; keşfiyyât noktasında da tasavvufa ihtiyâc bırakmamıştır.

Hem Risâle-i Nûr, bâtıl efkârını nazara vermeden felsefeyi de çürütmüştür. Bu hakìkat Reddü’l-Evhâm-3 isimli eserde îzâh edildiğinden oraya mürâcaat edilsin.

Mâdem hakìkat budur. O halde Risâle-i Nûr’daki ilm-i hakìkat dahi, Kur’ân’a istinâd ettiği ve Kur’ân’ın ma’nevî bir tefsîri olduğu cihetle bir ilm-i şer’ìdir. Belki îmâna taalluk ettiği için ilimlerin şâhı ve pâdişâhıdır. Binâenaleyh Risâle-i Nûr’u, Kur’ân-ı Hakîm’in îmânî hakìkatlerinin tefsîri olduğu cihetle okuyan ve anlayan bir kişi, ya’nî Risâle-i Nûr’un vâsıtasıyla Kur’ân-ı Hakîm’in dâire-i kudsiyyesine giren ve Kur’ân ve hadîsi anlamaya muvaffak olan bir kişi, elbette bir âlim-i şer’ì sayılır.

Ancak burada gàyet ehemmiyyetli ve dikkatten kaçırılmaması gereken bir mes’ele vardır. O da şudur ki:
Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin okuduğu ilmin bir ilm-i şer’ì sayılması ve kudsiyyet kazanması için; Risâle-i Nûr’u, Kur’ân’ın bir tefsîri niyyetiyle okuması ve okurken “Üstâd ne diyor?” diye değil, “Kur’ân ne diyor?” diye bakması ve Risâle-i Nûr’da anlatılan hakìkatleri Kur’ân’ın içinde görmesi lâzımdır. Yoksa Risâle-i Nûr onun gözünde Kur’ân’dan ayrı müstakil bir tasnîfât hükmüne geçer ve o ma’lûmât kudsiyyetini yitirir. Binâenaleyh, Risâle-i Nûr şâkirdinin okuduğu ilmin bir ilm-i şer’ì olması iki noktaya mütevakkıftır:

Birincisi: Risâle-i Nûr’u okurken, onun Kur’ân ve hadîsin bir tefsîri olduğunu bilip Risâle-i Nûr vâsıtasıyla Kur’ân ve hadîsi anlamak niyyetiyle ve bu tarz-ı nazar ile okuması lâzımdır.

İkincisi: Risâle-i Nûr’da anlatılan hakìkatleri Kur’ân’da görebilmesi için Kur’ân ve onun tefsîri olan hadîs-i şerîfleri kâfî mikdârda bilmesi lâzımdır.

Bu hakìkati İmâm-ı Şa’rânî, Üstâdı olan Aliyy’ul Havas’tan naklediyor ki; Aliyy’ul Havas şöyle demiş:
“Âlim, diğer zamânlardaki müctehidlerin ve mukallidlerin kavillerini Kitâb ve Sünnetle karşılaştırıp her bir kavlin menşeini bilmeyince bize göre onun ilimdeki makàmı kâmil olmaz. Bilince de işte burada avam mertebesinden çıkar ve âlim ismine hak kazanır. İlm-i billâh sâhibi âlimler için ilk makàm burasıdır. Sonra buradan derece derece yükselir, hattâ Kur’ân-ı Kerîm’in bütün hükümlerini ve edeblerini Fâtihâ sûresinden çıkarır. Meselâ namazda Fâtihâ’yı okumakla Kur’ân’ın bütün ma’nâsını bu sûre ile anladığından, kendisi Kur’ân’ı hatmeden kişi gibi sevâb alır. Sonra buradan da yükselir ve Kur’ân’ın ve şerîatın bütün hükümlerini, müctehidlerin ve kıyâmete kadar onların mezheblerindeki âlimlerin bütün sözlerini, dilediği her hangi bir harften çıkarır. Sonra buradan daha ileri ve kâmil bir dereceye yükselir. Bize göre kâmil âlim işte budur.”

Üstâd Bedîüzzamân’da şerîat kitâblarını okuyanların, o kitâbları Kur’ân’ın ne dediğini anlamak için okuması gerektiğini, yoksa o âlimin ne dediğini anlamak niyyetiyle okunmaması gerektiğini şöyle ifâde etmiştir:
“Şerîat kitâbları, birer şeffâf cam mâhiyyetinde olmak lâzım gelirken, mürûr-i zamânla, mukallitlerin hatâsı yüzünden paslanıp hicâb olmuşlardır. Evet, bu kitâblar, Kur’ân’a tefsîr olmak lâzımken, başlı başına tasnîfât hükmüne geçmişlerdir.”

Hem yine şöyle demektedir:
“Meselâ, bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa, İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”

Üstâd’ın beyân buyurduğu bu kàide, elbette Risâle-i Nûr için de geçerlidir. Risâle-i Nûr’u okuyan kişi Bedîüzzamân’ın ne dediğini anlamak için değil, Kur’ân’ın ne dediğini anlamak için okumalıdır. Fakat sâdece böyle bir niyyeti taşıması da kâfî değildir. Elbette Risâle-i Nûr’da anlatılan hakìkatlerin Kur’ân’ın hakìkatleri olduğunu bilmek ve onları Kur’ân ve onun tefsîri olan hadîslerde görebilmek için Kur’ân ve hadîsi okumak ve onları kâfî derecede bilmek ve bunlar için lâzım olan ba’zı ilimlere de muttali’ olmak lâzımdır. Yoksa mücerred niyyet, bu maksûda ulaşmak için kâfî değildir.

İşte eğer Risâle-i Nûr’u okuyan kişi, yukarıda zikrettiğimiz iki düstûra riâyet ederse, ya’nî Kur’ân ve hadîsi okur ve onlarda kâfî mikdârda bir ilme sâhib olursa ve Risâle-i Nûr’u Kur’ân ve hadîsi anlamak niyyetiyle okursa, Cenâb-ı Hakk’ın tevfîk ve inâyetiyle Kur’ân ve hadîsin sırları ona açılır, müsbet kelâm ve tasavvuf ilimlerinin pek fevkinde hakìkat ilmine giden bir yolu, belki onlardan çok daha kısa ve selâmetli ve çok daha yüksek bir caddeyi Kur’ân’ın içinde bulur ve o cadde-yi Kur’âniyyede giderek hakìkate, ya’nî ma’rifetullaha ve ilm-i billâh’a ve bütün îmân hakìkatlerinin inkişâfı mertebesine ulaşır. Risâle-i Nûr’un erkânından Hacı Hulûsî Bey, Hoca Sabri, Mehmed Feyzi Efendi gibi zevât-ı âliye, şu mertebe-i ulyâya ulaşan Risâle-i Nûr talebelerindendir.

İşte şu mertebeye ulaşan bir kişi, elbette bir âlim-i şer’ì sayılır. Hattâ îmân ilminde âlim olan bir kişi, âlimlerin en fazîletlisidir. Hattâ şöyle de denilebilir ki, şu ilm-i hakìkatte âlim olmayan kişi hakìkì âlim de sayılmaz. Ya’nî ilm-i hakìkat –ki Kur’ân-ı Mu’ciz’ul Beyân’ın kudsi dersleriyle, başta Allah’ı bütün esmâ ve sıfatıyla bilmek ve sonra bütün îmânî hakìkatlerinde inkişâf edip yakîn mertebesine ulaşma ilmi– ilimlerin en fazîletlisi olmakla berâber hakìkì ilim de budur. Bu ilme sâhib olmayan kişi, başka husûslarda ne kadar ma’lûmât sâhibi olursa olsun âlim sayılmaz. Bu hakìkati, İmâm-ı Gazâlî gàyet tafsîlâtlı bir sûrette îzâh etmiştir. Ezcümle: Hüccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî, ba’zı kelimelerin zamân içinde ma’nâlarının tahrîf edildiğinden bahsederken “fıkıh” ve “ilim” kelimelerinin asr-ı saàdette nasıl telakkì edildiğini ve sonraki zamânlarda bu kelimelerin ma’nâlarının nasıl değiştirildiğini anlatırken şöyle demiştir:
“Birinci lafız: Fıkıhtır. Bu lafızda tahsîs ile tasarruf etmişler. Yoksa nakil ve tahvîl ile, ya’nî başka ma’nâlara kaydırarak tasarruf etmemişler. Bu kelimeyi, fetvâlardaki garîb fürûâtın bilinmesi, dakìk illetlere vukùfiyyet ve bu husûstaki kelâmı çoğaltmak ve bunlarla alâkalı mes’eleleri ezberlemek ma’nâsına tahsîs etmişlerdir. Kim bu mes’elelerin derinliğine dalmışsa ve bunlarla daha çok meşgùl ise “İşte en fakìh budur.” denilmiştir.

“Birinci asırda ise fıkıh kelimesi mutlak olarak, âhiret yolunun ilmi, nefsin âfetleri ve amellerin müfsidâtını bilmek ve dünyânın hakàretini ihâtâdaki kuvvet ve âhiret ni’metlerini bilmekteki şiddet ve kalbe Allah korkusunun istîlâsı ma’nâsında kullanılırdı. Allah Teâlâ’nın şu kelâmı buna delâlet etmektedir:

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنفِرُواْ كَآفَّةً فَلَوْلاَ نَفَرَ مِن كُلِّ فِرْقَةٍ مِّنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِّيَتَفَقَّهُواْ فِي الدِّينِ وَلِيُنذِرُواْ قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُواْ إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ

“Mü’minlerin hepsinin topyekûn savaşa çıkmaları uygun değildir. O hâlde onların büyük cemâat ve kabîlelerinden bir tâife savaşa gitmeli, bir tâife de dîn ve şerîat ilimlerini iyice öğrenip fıkıh sâhibi olmaları ve kavimleri savaştan dönüp kendilerine (memleketlerine) döndükleri zamân, onları Allah’ın azâbıyla korkutmaları için gitmeyip kalmalıdırlar. Olur ki, bu sûretle mü’minler şerîata muhâlif hareketlerden kaçınırlar.”

“İşte bu âyet delâlet ediyor ki, kendisiyle insânların inzâr edilip korkutulmasını netîce veren ilme fıkıh denilir.”

“İkinci lafız: İlimdir. Bu lafız, asr-ı saàdette Allah’ı ve O’nun âyetlerini bilmek ve Allah’ın kullarında ve mahlûkàtında tecellî eden fiillerini bilmek ma’nâsına ıtlâk edilirdi. Hattâ Hazret-i Ömer (ra) vefât ettiği zamân İbn Mes’ûd (ra) ‘İlmin onda dokuzu öldü.’ demişti. Hem bunu derken ilim kelimesini harf-i ta’rîf ile ma’rifeli söyleyip, sonra bu kelimeyi ilm-i billâh, ya’nî Allahu Teâlâ’yı bilmek ma’nâsında tefsîr etmişti.”

Hem İmâm Gazâlî şöyle demiş:
“İlmin fazîletleri hakkında vârid olan haberlerin ekserîsi, Allahu Teâlâ’yı ve O’nun ahkâmını, fiillerini ve sıfatlarını bilmek hakkındadır. Fakat bu ilim kelimesi şu anda, hılâfî mes’elelerdeki cedeller hâricinde şer’ì ilimlerden hiçbir şey bilmeyen kimselere de ıtlâk edilmektedir.  O kimseler, tefsîr, hadîs ve ilm-i mezheb gibi ilimlerde câhil oldukları halde fuhûl-i ulemâdan addedilmektedirler. Bu hâl ise; ilmi taleb eden pek çok kimsenin helâkine sebeb olmuştur.”

İmâm-ı Gazâlî yine aynı eserinde şunları beyân etmektedir:
“Ebûbekir Sıddık (ra)’ın bütün insânlardan üstün olması, çok oruç tutmak, çok namaz kılmak, çok hadîs rivâyet etmek, çok fetvâ vermek veyâ kelâm ilminin çok olmasından değil, belki Seyyidu’l-Mürselîn (asm)’ın şehâdet ettiği gibi onun sadrında yerleşen bir sırdan dolayıdır. İşte senin talebde hırsın bu sırra olsun. Bu sırrı tahsîl etmekte hırs göster. Cevher-i nefîs ve dür-ri meknûn bu sırdır.”

“Hazret-i Ömer vefât ettiği zamân İbn Mes’ûd şöyle buyurdu: ‘İlmin onda dokuzu öldü’ Bunun üzerine İbn Mes’ûd’a şöyle soruldu: ‘Sahâbe-i Kirâmın büyükleri hayâtta iken, sen bu sözü nasıl söylersin?’ O şöyle cevâb verdi:  ‘Ben fetvâ ve ahkâm ilmini kastetmedim. Benim murâdım, ilm-i billâh’tır, ya’nî Allah’ı bilmektir.”  
İşte Hüccetü’l-İslâm İmâm-ı Gazâlî’nin söylediği gibi bütün ulemâ-yı İslâm ittifâk etmişlerdir ki; ilimlerin en fazîletlisi, Risâle-i Nûr’un mesleği olan ve fıkh-ı ekber diye tesmiye edilen îmân ilmidir. Bu husûsu Kur’ân-ı Hakîm pek çok âyetlerde beyân etmiştir. Ezcümle şu âyet-i kerîme de bu husûsta en açık bir delîldir:

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللهَ أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجْنَا بِهِ ثَمَرَاتٍ مُّخْتَلِفًا أَلْوَانُهَا وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ بِيضٌ وَحُمْرٌ مُّخْتَلِفٌ أَلْوَانُهَا وَغَرَابِيبُ سُودٌ وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذَلِكَ إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ

“Habibim! Sen görmedin mi? Allahu Teâlâ, semâdan yağmur sularını inzâl etti. Binâenaleyh; biz o su sebebiyle renkleri muhtelîf meyveler çıkardık. Dağlarda da beyâz, kırmızı ve siyâh, muhtelîf renklerde yollar vardır. İnsânlardan ve mutlaka yerde yürüyen hayvânâttan, hayvânât içinde insânlarla ülfet eden deve, koyun, sığır gibi hayvânât-ı ehliyeden de meyveler ve dağlar gibi renkleri başka başka nev’ìler, cinsler, sınıflar ve efrâd halk ettik ki hiç birisi diğerine benzemediği gibi ahlâk, meşreb ve yaşayış tarzları dahi başka başkadır. Bunların cümlesi, kudretimize ve fâil-i muhtâr olduğumuza delâlet eder. “Allah’ın kulları içinde Allah’dan korkanlar ancak, bu zikredilen delîllere nazar edip, bu delîller vâsıtasıyla, her şeyde tasarruf eden Allahu Teâlâ’nın vahdâniyyetini ve onun esmâ ve sıfatını bilen ve onun azamet ve kibriyâsını ve kahr u gazâbını lâyıkıyla derkeden âlimlerdir. Zîrâ; Allahu Teâlâ mülkünde gàlib ve istediği kimsenin kusûrunu mağfiret eder, isterse kusûr sâhibine azâb eder.”

İşte şu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, san’atının bir kısım eserlerini nazara gösterip, onlarla vahdâniyyetini, irâde ve kudretini, hikmet ve rahmetini isbât ettikten sonra, “Allah’tan ancak âlim olan kulları korkar” buyurmakla gösteriyor ki ilim, Kur’ân’ın nazarında Allah’ı ve O’nun esmâ ve sıfatını hakkıyla bilmektir. Allahu Teâlâ’yı Kur’ân’ın tavsîf ettiği gibi bütün esmâ ve sıfatıyla bilmeyen kişi, ne kadar ma’lûmât sâhibi olsa da âlim sayılmaz. Belki cehâlet unvânı ona daha lâyıktır.

Hem yine bu âyet gösteriyor ki ilim, insânın Allah’tan korkmasını artıran şeydir. Hangi ilim ki insânın haşyetini artırmıyorsa ve Allah’ın azametini bilmeyi ziyâdeleştirmiyor ve onun emir ve yasaklarına riâyeti artırmıyorsa o bilgi ilim değil, cehâlettir. İnsânı Allah’a yaklaştırmayan her bilgi, onu Allah’tan uzaklaştırır.
Allah Resûlü’nün fâidesiz ilimden Allah’a sığınması, bunu isbât etmektedir. Fâide veren ilim, bu âyetin delâletiyle insâna Allah’ın azamet ve kibriyâsını bildirip Allah’tan korkmayı artıran ve onun emir ve yasaklarına itâati ziyâde eden ilimdir. Eğer bir ilim bu fâideyi vermiyorsa, o halde mutlaka zarârlıdır. Evet, ba’zı şeyler vardır ki fâidesi yoksa da zarârı da yoktur. Fakat ilim öyle değildir. Fâidesi yoksa illâ ki zarârı vardır. İlmin fâidesi ise zikrettiğimiz gibi, insânın Allah’tan korkmasını ve O’nun emir ve yasaklarına itâatini artırmasıdır. Eğer ilim bu fâideyi vermiyorsa mutlaka zarârlıdır. İşte Resûl-i Ekrem (asm)’ın fâidesiz ilimden Allah’a sığınması, buna işâret etmektedir.

Hem insân, Allah’tan gayrı eşyâda, bilmediği şeyden korkar. Fakat bu âyet gösteriyor ki; insân, Allah’ı bildiği derecede ondan korkar. Allah’ı tanımayan insân, ondan korkmaz ve ona itâat etmez. Çünkü Cenâb-ı Hak, bizâtihî ve bihakkın azamet ve kibriyâ sâhibidir. Fakat mahlûkàt, hakìkat noktasında azamet ve kibriyâ sâhibi değildirler.;

Belki sun’ì ve yalancı tavırlarla kendilerinde bir azamet ve kemâlât varmış gibi gösterirler. Onları tanımayan ve hakìkì mâhiyyetini bilmeyen gàfil insânlar da zâhire bakarak onlarda bir azamet var olduğunu tevehhüm ederler. Ne zamân onları taNisâ ve hakìkì mâhiyyetlerini derk etse, onların da kendisi gibi âciz ve muhtâc birer mahlûk olduklarını anlar ve onlardan korkusu zâil olur. Fakat Cenâb-ı Hak, bihakkın azamet ve kibriyâ sâhibi olduğu için O’nu tanıdıkça haşyeti artmaya başlar.

İşte şu âyet-i kerîme, daha bunlar gibi pek çok hakìkati ders vermekte ve insânları kâinâttaki eserlere bakıp, arkasında tecellî eden ef’âl, esmâ ve sıfat-ı İlâhiyyeyi görmeyi ve vahdâniyyet dâiresinde Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve kibriyâsını bilip, ondan korkup, emir ve yasaklarına itâat etmeyi emretmektedir. Risâle-i Nûr da bu meslekte gidip mahlûkàttaki tefekkür netîcesinde Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfatlarını isbât etmiş ve şu ilm-i hakìkatte müsbet kelâm ve tasavvufun pek fevkinde Kur’ânî bir yolu göstermiştir. Şu yol, aslâ Üstâd Bedîüzzamân’ın fikrinden ve karîhasından çıkmış felsefî bir yol değil, belki Kur’ân-ı Hakîm’in âyetlerinin gösterdiği bir cadde-i kübrâdır.

Üstâd Hazretleri bu hakìkati, Muhyiddin-i Arabî’nin Fahreddin Râzî’ye yazdığı bir mektûbda dediği “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” sözünün ma’nâsını anlatırken ifâde etmiş ve Risâle-i Nûr’un Kur’ân’dan alarak gösterdiği meslekte elde edilen ma’rifetin, müsbet ilm-i kelâm ve tasavvuf vâsıtasıyla elde edilen ma’rifetten çok daha yüksek olduğunu ve daha kısa bir zamânda tahsîl edildiğini şu sözleriyle beyân etmiştir:

“Hem, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına Fahreddin Râzî’nin ilm-i kelâm vâsıtasıyla aldığı ma’rifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan ma’rifet dahi, Kur’ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, verâset-i nübüvvet sırrıyla alınan ma’rifete nisbeten o kadar noksandır. Çünkü, Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzûr-i dâimîyi kazanmak için Lâ mevcûde illâ Hû deyip, kâinâtın vücûdunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sâirleri ise, yine huzûr-i dâimîyi kazanmak için, Lâ meşhûde illâ Hû deyip kâinâtı nisyân-ı mutlak altına almak gibi acîb bir tarza girmişler.

“Kur’ân-ı Hakîmden alınan ma’rifet ise, huzûr-i dâimîyi vermekle berâber, ne kâinâtı mahkûm-i adem eder, ne de nisyân-ı mutlakta hapseder. Belki, başıbozukluktan çıkarıp Cenâb-ı Hak nâmına istihdâm eder; herşey mir’ât-ı ma’rifet olur. Sâdî-i Şirazî’nin dediği gibi,

َرْ نَظَرِ هُو شِيَارْهَرْ وَرَقِى دَفْتَرِيسْت اَزْ مَعْرِفَتِ  ِكرْدِ  َكارْ

herşeyde Cenâb-ı Hakk’ın ma’rifetine bir pencere açar.
“Ba’zı Sözlerde ulemâ-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan minhâc-ı hakìkìnin farkları hakkında şöyle bir temsîl söylemişiz ki:

“Meselâ, bir su getirmek için, ba’zıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:

“Ulemâ-i ilm-i kelâm, esbâbı, nihâyet-i âlemde teselsül ve devrin muhâliyyetiyle kesip, sonra Vâcibü’l-Vücûdun vücûdunu onunla isbât ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Ammâ Kur’ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakìkìsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayât fışkırtıyor.

َ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ düstûrunu herşeye okutturuyor.

“Hem îmân yalnız ilim ile değil; îmânda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mi’deye girse, o yemek muhtelîf âsâba, muhtelîf bir sûrette inkısâm edip tevzî’ olunuyor. İlimle gelen mesâil-i îmâniyye dahi, akıl mi’desine girdikten sonra, derecâta göre rûh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî’ye bu noktayı ihtâr ediyor.”

Evet Risâle-i Nûr’un gösterdiği cadde-i Kur’âniyye, müsbet ilm-i kelâm ve ilm-i tasavvufun pek fevkinde bir ma’rifet ve huzûr verdiği gibi, şu cadde-i Kur’âniyye onlardan çok daha kısâdır.  Üstâd Hazretleri bunu şu sözleriyle ifâde etmiştir:
“Eski Said’in, on beş yaşında iken medrese usûlünce on beş senede okunan ilmi, on beş haftada okumaya inâyet-i İlâhiyye ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbâniyye ile, Risâle-i Nûr dahi, ilm-i hakìkatte ve îmâniyyede on beş seneye mukàbil, bu medresesiz zamânda on beş hafta kâfî geldiğini, bu on beş senede belki on beş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdîk ediyorlar.”

“Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkìkî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâletü’n-Nûr’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risâletü’n-Nûr o yolu kestirir, îmân-ı hakìkìye îsâl eder.”

“Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile ba’zı hakàik-ı îmâniyyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakìkada o hakàike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç âdet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.”

Üstâd Hazretlerinin ifâde ettiği gibi medreselerde on beş senede okunan âlet ilimlerinin netîcesinde ulaşılan âlî ilimlere, ya’nî îmânî ilimlere Risâle-i Nûr’un gösterdiği Kur’ânî yol ile on beş haftada ulaşmak mümkündür. Hem tasavvufta kırk günden tâ kırk seneye kadar bir seyr u sülûk ile çıkılabilen hakàik-ı îmâniyyeye kırk dakìkada Risâle-i Nûr’daki cadde-i Kur’âniyye ile çıkmak mümkündür. Fakat burada dikkatten çıkarılmaması gereken iki husûs vardır:

Birincisi: Daha evvel de beyân ettiğimiz gibi, Risâle-i Nûr’un verdiği ilim, âlet ilimlerinin netîcesi olan ve müsbet kelâm ve tasavvuf ilimlerinin gàyesi olan ilm-i hakìkattır. Ya’nî îmânî hakìkatleri vüzûh ve yakìn ile bilmek demektir. Yoksa Risâle-i Nûr, bütün şer’ì ilimleri ve âlet ilimlerini de ders veriyor demek değildir. Veyâhut –hâşâ– Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin diğer ilimleri tahsîl etmesine gerek yoktur ma’nâsında da değildir. Belki Risâle-i Nûr, müsbet ilm-i kelâm ve ilm-i tasavvufun mevzû’u ve âlet ilimlerinin de gàye-i maksadı olan hakàik-ı îmâniyyenin isbâtı ve böylelikle yakìn mertebesine ve huzûr makàmına ulaşmak husûsunda çok daha kısa ve yüksek bir yol gösteriyor demektir. Şu hakìkat, Reddü’l-Evhâm-3 isimli eserde Üstâd Hazretlerinin “Risâle-i Nûr, hakàik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfîdir” sözünün şerhinde geniş bir sûrette delîlleriyle îzâh edilmiştir. Oraya mürâcaat edilsin.

İkincisi: Risâle-i Nûr’da gösterilen şu yol, Kur’ânî bir yoldur ve Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın bir ma’nevî tefsîridir. Binâenaleyh Kur’ân’ı ve hadîsi bilmeyen ve okumayan kişilerin şu ilm-i hakìkate ulaşması mümkün olmadığı gibi, tahsîl ettiği ilmin de ilm-i şer’ì olması mümkün değildir.
İşte buraya kadar yaptığımız tahkìkâtın netîcesi şudur ki; şer’ì ilimler, Kur’ân ve hadîsten ibârettir. Kur’ân ve hadîsin ma’nâ ve esrârını gösteren fıkıh, müsbet kelâm ve tasavvuf da bu cihetten birer şer’ì ilim sayılırlar. Risâle-i Nûr dahi Kur’ân-ı Azîmuşşân’ın bir tefsîr-i ma’nevîsi olmak cihetiyle ondaki ilm-i hakìkat ve îmân ilmi de şer’ì bir ilimdir. Buna binâen Kur’ân ve hadîsi bilen ve Risâle-i Nûr’u da Kur’ân ve hadîsin ma’nâsını anlamak için okuyan ve okuduğunu da anlayan ve kabûl eden bir kişi, onun vâsıtasıyla ilm-i hakìkat denilen ilimlerin en şereflisine ulaşabilir ve hakìkatli bir âlim olabilir ve âyât ve ehâdîs-i Nebeviyyede vârid olan ilmin fazîletlerine sâhib olabilir. Evet, İmâm-ı Gazâlî’nin yukarıdaki ifâdesinde de dediği gibi: “İlmin fazîletleri hakkında vârid olan haberlerin ekserîsi Allahu Teâlâ’yı ve O’nun ahkâmını, fiillerini ve sıfatlarını bilmek hakkındadır.”   İşte Üstâd Hazretleri bu sırra binâen Yirmi Birinci Lem’ada “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamânın mühim, hakìkatli bir âlimi olabilir” demiştir.

Şu tahkìkâttan sonra Üstâd Hazretlerinin “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamânın mühim, hakìkatli bir âlimi olabilir” sözünü tahlîl edebiliriz.

Evet, Üstâd Hazretlerinin dediği, ayn-ı hak ve mahz-ı hakìkattır. Fakat dikkat edilirse bu cümlede dokuz tâne kaydın var olduğu görülecektir. Bu kayıdlardan aslâ sarf-ı nazar edilmemelidir.

Birincisi: Burada en ehemmiyyetli kayıd, yukarıdaki tahkìkâtta da îzâh ettiğimiz üzere, Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin tahsîl ettiği ilmin kudsiyyet kazanması ve bir ilm-i şer’ì olabilmesi için, Kur’ân ve Hadîsi kâfî mikdârda bilmesi lâzımdır. Ta ki Risâle-i Nûr’da anlatılan hakìkatlerin Kur’ân ve hadîsin hakìkatleri olduğunu anlayıp, o hakìkatleri Kur’ân ve hadîsin içinde görebilsin. Hem Risâle-i Nûr’u okurken bu niyyetle, ya’nî Kur’ân ve hadîsin ma’nâlarını anlamak niyyetiyle okuması lâzımdır.

İkincisi: “Bir sene” kaydıdır. Demek Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin ilm-i hakìkate ulaşıp âlim-i şer’ì olabilmesi için, bu eserleri bir sene devâmlı sûrette okuması lâzımdır. Ya’nî bir sene hayâtını bu ilmi tahsîle vakfetmesi ve gàye-i hayât edinmesi lâzımdır. Yoksa günde bir veyâ iki saat okumakla Risâle-i Nûr’daki ilm-i hakìkate ulaşamaz.
Hem bu bir sene müddeti de okuyucunun kàbiliyyeti şartıyla mukayyeddir. Bu müddet kimine daha az, kimine ise daha fazla olabilir. Üstâd Hazretleri burada vasat kısmını tercîh etmiştir.

Üçüncüsü: “Anlayarak” kaydıdır. Ya’nî ulûm-i zâhiriyye ve bâtıniyyeyi elde edip ehl-i sünnet ve’l-cemâat inancı dâhilinde murâd-ı Üstâdâneye muvâfık olarak Risâle-i Nûr’u anlamaktır.
Demek Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin ilm-i hakìkate ulaşıp âlim-i şer’ì olabilmesi için, bu eserleri bir sene devâmlı sûrette okumakla berâber, anlayarak okuması lâzımdır. Risâle-i Nûr’u gazete gibi okuyan hakìkatli bir âlim olamaz. Bu sırra binâen Bedîüzzamân Hazretleri: “Gazete gibi okumayınız”   emir buyurmuştur.

Hem Risâle-i Nûr’u anlamak için, aklen ve kalben tekemmül etmekle berâber, başta Kur’ân ve Hadîs olmak üzere tefsîr, usûl-i fıkıh, usûl-i kelâm, tasavvuf, Arapça, bedi’, beyân, meânî, belâğat, mantık ve münâzara gibi pek çok ulûm-i dîniyyeyi kâfî mikdârda bilmek lâzımdır. Eğer bu ilimleri kâfî mikdârda bilmez ise Risâle-i Nûr’u da hakkıyla anlayamaz. Zîrâ Risâle-i Nûr’daki cümleler, Kur’ân, hadîs, tefsîr, usûl-i fıkıh, usûl-i kelâm, tasavvuf, Arapça, bedi’, beyân, meânî, belâğat, mantık ve münâzara gibi ilimlere göre tanzîm edilmiştir. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, Risâle-i Nûr eserlerini yazdığı sırada doksan cilt kitâbı ezbere biliyordu. Risâle-i Nûr eserlerini, hâfızasında bulunan o ilimlerin usûl ve esâslarına göre kaleme almıştır. Dolayısıyla o ilimler kâfî mikdârda bilinmeden Üstâd Hazretlerinin o cümlelerden murâdı ne olduğu tam anlaşılamaz.
Bu mes’ele Reddü’l-Evhâm-3 isimli eserde tafsîlâtıyla îzâh edilmiştir. Oraya mürâcaat edilsin.

Dördüncüsü: “Kabûl ederek” kaydıdır. Ya’nî Risâle-i Nûr’u, Kur’ân’ın tefsîri niyyetiyle istifâde etmek için okumak; hakìkatlerine teslîm olmak ve tenkîd nazarıyla bakmamaktır.

Demek Risâle-i Nûr’u okuyan kişinin ilm-i hakìkate ulaşıp âlim-i şer’ì olabilmesi için, bu eserleri bir sene devâmlı sûrette anlayarak okumakla berâber, kabûl etmesi de lâzımdır. Ya’nî bîtarafâne değil, teslîmiyyetle okuyacak ve Risâle-i Nûr’da anlatılan o Kur’ânî hakìkatleri aynen kabûl edip, öylece îmân edecektir. Yoksa o bilgiler, sâdece birer ma’lûmât olarak zihinde kalır ve ilim olmazlar. Ya’nî o îmânî hakìkatleri “Üstâd böyle diyor” diye tekrâr etmeyecek, belki Üstâd’ın gördüğü ve hissettiği o esrâr ve hakàiki, aynen kendisi de görüp hissedecek ve “Evet bu böyledir, ben dahi tasdîk ediyorum” diyerek kabûl edecek. Hacı Hulûsî Bey, Hoca Sabri ve Mehmet Feyzi gibi; ya’nî Üstâd Hazretleri, o derslerde hangi makàmâta çıkmışsa o da aynı makàmâta çıkıp, o hakìkatleri görüp zevk edecek ve Üstâd’ın talebeliğin şartları içinde zikrettiği gibi, Risâle-i Nûr’u kendi te’lîfi gibi hissedecek. Aksi halde talebe değil, dost veyâ kardeş olur.

Ma’lûmdur ki ayağın bastığı yer ile gözün gördüğü yer farklıdır. İnsân yerde olduğu halde semâyı görebilir. Fakat ba’zan semâyı seyreden adam, ayağı yerde olduğu halde, makàmını unutup kendisinin de semâda olduğunu zanneder. Aynen öyle de Üstâd gibi evliyâ-i izâmın bulundukları makàmda zevk ettikleri hakìkatleri aşağıdan seyreden ve ifâde ettikleri cümlelerin edebiyatını anlayan ma’lûmât sâhibleri, kendilerini de o makàmda zannedebilirler. Eyne’s-serâ mine’s-Süreyyâ!

Beşincisi: “Bu zamânın” kaydıdır. Ya’nî fen ve felsefeden gelen bir dalâletle hakàik-ı îmâniyyeye taarruz edildiği böyle bir zamânda en ziyâde lâzım olan şey, hakàik-ı îmâniyyeye dâir ilimleri, ya’nî ilm-i hakìkati tahsîl edip, fen ve felsefeden gelen dalâletlere karşı kendi îmânını ve mü’minlerin îmânını muhâfaza etmektir. Risâle-i Nûr ise, müsbet ilm-i kelâm ve ilm-i tasavvufta bir tecdîd yaparak, onlardan çok daha kısa bir zamânda şu ilm-i hakìkate ulaştırdığı için, Risâle-i Nûr’u şartlarına riâyetle kabûl ederek ve anlayarak okuyan bir kişi, şu ilm-i hakìkate ulaşmakla bu zamânın mühim ve hakìkatli bir âlimi olabilir.

Altıncısı: “Mühim” kaydıdır. Çünkü bu asırda en büyük tehlike, felsefeden geldiği için onu çürütmek en mühim bir mes’eledir.

Yedincisi: “Hakìkatli” kaydıdır. Demek Risâle-i Nûr’u kabûl ederek ve anlayarak bir sene devâmlı okuyan kişi her ilimde değil; belki Risâle-i Nûr’un mevzû’u olan ve hakìkì ilim sayılan ilm-i hakìkatte, hakàik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeyi isbât ve keşfetmek noktasında bir âlim olabilir. Çünkü Kur’ân ve hadîse göre asıl gàye-i maksad olan âlî ilim, hakìkat ilmi ya’nî îmânî ilimdir. Onun için Üstâd Hazretleri “hakìkatli bir âlimi olabilir” demiştir. Yoksa bütün şer’ì ilimlerde ve âlet ilimlerinde bir âlim olabilir demek istemiyor. Elbette Risâle-i Nûr’un mevzû’u olmayan diğer pek çok şer’ì ilimlerin tahsîli için o mevzû’lara dâir eserlerin okunup ulemâdan ders alınması gerekir. Bu husûsun îzâhı “Reddu’l-Evhâm-3” içinde, Üstâd’ın “Risâle-i Nûr hakàik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfîdir” sözünün şerhinde tafsîlâtıyla mevcûddur. Bu mes’elenin îzâhı için oraya mürâcaat edilsin.

Sekizincisi: “Olabilir” kaydıdır. Bu kayıd ifâde ediyor ki, Risâle-i Nûr’u bu şartlar muvâcehesinde okuyan bir talebenin âlim olması bir kaziye-i mümkinedir. Ya’nî Risâle-i Nûr’da böyle bir hâsiyyet ve meziyyet vardır. Kabûl ederek ve anlayarak bir sene onu okuyan her bir okuyucunun, tevfîk-i İlâhî ile ilm-i hakìkate ulaşabilmesi mümkün olmakla berâber, ancak bu, her bir okuyucu için vâki’ değildir. Ba’zı ferdler bu netîceye ulaşsalar kaziye doğrudur. Elhâk bu netîceyi elde eden ve Risâle-i Nûr ile ilm-i hakìkate ulaşan Hacı Hulûsî Bey, Hoca Sabri ve Mehmet Feyzi gibi pek çok şâkirdler mevcûttur. O halde her ferd, o ilm-i hakìkate ulaşan ferd olmak ümîdiyle çalışmalı ve bunu inâyet-i İlâhiyye’den taleb etmelidir.

Dokuzuncusu: Bir sonraki cümlede geçen “Eğer anlamasa da, mâdem Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir şahs-ı ma’nevîsi var; şüphesiz o şahs-ı ma’nevî bu zamânın bir âlimidir” kaydıdır. Bedîüzzamân Hazretleri, bu cümlesiyle kendisini kasdetmektedir. Ya’nî ben, bu zamânın büyük bir âlimi iken siz de bana talebe olmanız hasebiyle o şahs-ı ma’nevînin birer a’zâları hükmündesiniz, demek istiyor.

Bu dokuz kayda binâen Üstâd’ın “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamânın mühim, hakìkatli bir âlimi olabilir” sözünün ma’nâsını şöylece hulâsâ edebiliriz:

Kur’ân ve Hadîsi kâfî mikdârda bilen ve Risâle-i Nûr’u Kur’ân ve hadîsi anlamak niyyetiyle okuyan ve Risâle-i Nûr’u anlamak için lâzım olan diğer ilimleri de kâfî mikdârda bilen müdakkik ve kàbiliyyetli bir okuyucu, Risâle-i Nûr’u anlayarak ve ondaki ma’nâ ve esrârı aynen zevk edip hissederek, bir sene devâmlı bir sûrette kendisini bu ilme vakfederse,  hakàik-ı îmâniyyeye ve esâsât-ı İslâmiyyeye hücûm edildiği ve felsefe-i tabiıyyenin bütün dünyâya hâkim olduğu şu zamânda en ziyâde tahsîli lâzım olan ilm-i hakìkate, hakàik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeyi isbât ve keşfetmeye eğer tevfîk-i İlâhî refîk olursa ulaşabilir.

Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-5

Muhammed Doğan'ın (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) beyanatları Nurmend.com sitesinden başka bir platformda yayınlanmamaktadır. © 2014-2023 | Her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Nurmend - Şerhmend
0.131 sn. deSen
↑ Yukarı