tel tel tel
Kur'an-ı Kerim'den
Ey Resulüm! (Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.
(Enbiya, 21/107)
Hadîs-i Şeriflerden
Namazı benden gördüğünüz şekilde kılınız.
(Buhari, Ahâd 1)
Dualardan
Ellah sizlerden ebedî razı olsun, âmîn. Ve sizi, hizmet-i imaniye ve Kur'aniyede muvaffak eylesin, âmîn.
(Kastamonu Lahikası)
Vecîze
Bir kalb ve vicdan, fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez.
Münâzarât

RİSÂLE-İ NUR HER ŞEYE KÂFİMİDİR?

O gizli komitenin, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin Kastamonu Lâhika’sında geçen “Risâletün-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesini te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edip, “Başka İslâmî eserlere, hattâ Kur’ân, Hadîs ve fıkha ihtiyâc yoktur” gibi bir ma’nâ vermelerine cevâb mâhiyyetinde mezkûr mektûbun şerh ve îzâhıdır.

Önce mektûbun aslını okuyalım:
“Risâle-i Nûr talebelerinin hâsları olan sâhib ve vârisleri ve hâslarının hâsları olan erkân ve esâsları olan kardeşlerime bugünlerde vukú’ bulan bir hâdise münâsebetiyle beyân ediyorum ki; Risâletün-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor. Katî ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkíkí yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâletün-Nûr’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risâletün-Nûr o yolu kestirir, îmân-ı hakíkıyye îsâl eder.

“Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütâleayla ba’zan bir günde bir cild kitâbı anlayarak mütâlea ederken, yirmi seneye yakındır ki Kurân ve Kurândan gelen Resâilün-Nûr bana kâfî geliyorlardı. Birtek kitâba muhtâc olmadım, başka kitâbları yanımda bulundurmadım. Risâletün-Nûr çok mütenevvi’ hakáika dâir olduğu hâlde, te’lîfi zamânında, yirmi seneden beri ben muhtâc olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyâde muhtâc olmamak lâzım gelir.

“Hem mâdem ben sizlere kanâat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgúl olmuyorum; siz dahi Risâletün-Nûr’a kanâat etmeniz lâzımdır, belki bu zamânda elzemdir.

“Hem şimdilik ba’zı ulemânın yeni eserlerinde meslek ve meşreb ayrı ve bidatlara müsâid gittiği için, Risâletün-Nûr zındıkaya karşı hakáik-ı îmâniyyeyi muhâfazaya çalışması gibi, bidata karşı da hurûf ve hatt-ı Kur’ân’ı muhâfaza etmek bir vazîfesi iken, hâs talebelerden birisi bilfiil hurûf ve hatt-ı Kur’âniyyeyi ders verdiği hâlde, sırrı bilinmez bir hevesle, hurûf  ve hatt-ı Kur’âniyyeye, ilm-i dîn perdesinde te’sîrli bir sûrette darbe vuran ba’zı hocaların darbede isti’mâl ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan, dağda, şiddetli bir tarzda o hâs talebelere karşı bir gerginlik hissettim; sonra îkáz ettim. Elhamdülillâh ayıldılar. İnşâallah tamâmen kurtuldular.

“Ey kardeşlerim!
“Mesleğimiz, tecâvüz değil tedâfü’dür. Hem tahrîb değil, ta’mîrdir. Hem hâkim değiliz, mahkûmuz. Bize tecâvüz eden hadsizdirler. Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakíkatler var. O hakíkatlerin intişârına bize ihtiyâcları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyyetli vazîfe zedelenir ve muhâfazası lâzım olan ve birer tâifeye mahsûs bir kısım esâslar ve âlî hakíkatler kaybolmasına vesîle olur.

“Meselâ, hâdisât-ı zamâniyye bahânesiyle Vehhâbîlik ve Melâmîliğin bir nev’ine zemîn ihzâr etmek tarzında, ba’zı ruhsat-ı şer’ıyyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risâletün-Nûr, gerçi umûma teşmîl sûretiyle değil, fakat herhâlde hakíkat-i İslâmiyyenin içinde cereyân edip gelen esâs-ı velâyet ve esâs-ı takvâ ve esâs-ı azîmet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince, fakat ehemmiyyetli esâsları muhâfaza etmek bir vazîfe-i asliyyesidir. Sevk-ı zarûretle, hâdisâtın fetvâlarıyla onlar terk edilmez.”

Bu mektûbun şerh ve îzâhına geçmeden önce bir mukaddime zikredilecektir.

 MUKADDİME
 On yedi mes’eledir.

Birinci Mes’ele: O gizli zındıka komitesi, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin bu mektûbda geçen, “Risâletün-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesini ele alıp, bu cümlede geçen “hakáik-ı İslâmiyye” kaydını zikretmeyerek ve bu mektûbu bir bütün olarak nazara almayarak; kayıtsız ve şartsız  “Risâle-i Nûr kâfîdir; başka eserleri okumaya ihtiyâc yoktur” şeklinde tahrîf etmek sûretiyle “Kur’ân, Hadîs, Kelâm, Fıkıh ve sâir ulûm-i dîniyyeye ihtiyâc yoktur” gibi bâtıl bir düşünceyi Müslümanlar arasına atmıştır.Tâ ki, Müslümanları Kur’ân, Hadîs, Kelâm, Fıkıh ve sâir ulûm-i dîniyyeden uzaklaştırsın.

Evet, yaklaşık 250 seneden beri o gizli zındıka komitesi, bir kısım tarîkatçılara, bir kısım medrese ehline ve yaklaşık 40-50 seneden beri bir kısım Risâle-i Nûr okuyucularına yanaşıp onları elde ederek istikámetli mecrâdan çevirmişlerdir. Şöyle ki:

O gizli ecnebî komite, ba’zı tarîkatçılara, “Sizler ehl-i kalb ve ehl-i keşifsiniz; ledünnî ilim erbâbısınız. Şerîat, avâmın yoludur; tarîkat, onun özüdür. Zikir size kâfîdir. Kur’ân, Hadîs, Fıkıh ve sâir ulûm-i dîniyyeyi okumanıza gerek yoktur. Zâhirî ilimleri tahsîl etmekten ziyâde keşif ve velâyet lâzımdır” gibi sözlerle onları aldatmak sûretiyle câhil bıraktılar. Böylece tekyeleri Kur’ân, Hadîs, Fıkıh ve sâir ulûm-i dîniyyeden tecerrüd ettirdiler. Hem bu husûsta ba’zı muhakkık ehl-i velâyetin sözlerini de te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edip o fâsid te’vîlleri da’vâlarına delîl yaptılar.

Yine o gizli komite, ba’zı medrese ehline, yalnızca Arab dilinin meziyyetlerini gösterip, bir nev’i lâfızperestlik hastalığına sürükleyerek; Kur’ân ve Hadîs’in ma’nâsını öğrenmeye ve ulûm-i âliyyeyi tahsîl etmeye bedel, himmetlerini ibâre çözmeye ve ulemânın şerh ve îzâhları üzerinde münâkaşaya hasrettirdiler. “Ulûm-i Arabîyye size kâfîdir.
Kur’ân ve Hadîs’in ma’nâsını daha sonra kendi kendinize öğrenirsiniz” diyerek onları aldattılar. Bu sebeble bir çok medresede yalnızca ulûm-i Arabîyye, yâni âlet ilimleri okutulmakta, Kur’ân ve Hadîs’in ma’nâları ders verilmemektedir. Böylece o gizli komite, medreseleri de ulûm-i âliyye olan Kur’ân, Hadîs, Akáid ve Fıkıh’dan  tecerrüd ettirdiler.

Hem yine o gizli komite, yaklaşık 40-50 seneden berî ba’zı Risâle-i Nûr okuyucularına yanaşarak, “Risâle-i Nûr size kâfîdir. Başka kitâb okumanıza ihtiyâc yoktur. Fıkıh, zâten teferruât mes’elelerinden bahseder. Mühim olan fıkh-ı ekber tesmiye edilen îmân hakíkatleridir. Kur’ân ise yüzünden okuyacağınız mübârek bir kitâbdır. Kur’ân’ın ma’nâsını Risâle-i Nûr beyân etmiştir. Hadîs ise Risâle-i Nûr’da ihtiyâc kadar mevcûddur.

Hem Kur’ân ve Hadîsi okusanız da anlamazsınız. Belki kafanız karışır. Onun için siz, sâdece Risâle-i Nûr’u okuyun!” deyip, bu fikri Risâle-i Nûr okuyucuları arasında yerleştirdiler. Hem bu ma’nâda Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın ba’zı mücmel cümlelerini alıp, onları mevzû’ ve makámından kaydırarak, başka yerlerdeki mufassal ifâdelerine bakmadan ve edille-i şer’ıyyeyi de mihenk yapmadan te’vîlât-ı fâside ile ma’nâ ederek da’vâlarına delîl yaptılar. Maalesef pek çok kimseleri de bu desîseleriyle aldattılar. Böylece Risâle-i Nûr dershânelerini de Kur’ân, Hadîs, Fıkıh ve diğer ulûm-i dîniyyeden tecerrüd ettirdiler.

O gizli ecnebî komite, bu mezkûr üç tâife gibi bir kısım ilâhiyâtçıları da aldatarak, “Eski ulemâ, Kur’ân’ı ve Hadîs’i anlamamışlar, sizler ise araştırma ehlisiniz ve ünvân sâhibisiniz. Kur’ân ve Ehâdis-i Nebeviyyeyi asra göre yeniden yorumlamalısınız ve bu sizin vazîfenizdir” diyerek onların ilmî enâniyyetlerini okşadılar ve onları cumhûr-i ulemâ ve müfessirîn-i izâmın îzâhlarına muhâlif fâsid te’vîllerle Kur’ân âyetlerini ve Hadîs-i şerîfleri te’vîl etmeye sevk ettiler. Böylece “dînde reform” adı altında Kur’ân ve Hadîs’i maksûd ma’nâlarından saptırmak sûretiyle âlem-i İslâm içinde pek çok resmî kuruluş ve tedrîsât mahallerinde bu sinsi planı yerleştirdiler ve dîne muhâlif bir çığır açtılar.

Halbuki, en âmî bir mü’mine bile “Dîn nedir?” diye sorulsa, “Kur’ân ve Hadîsdir” diyecektir. Fakat, insân, başkasının te’sîri altında kaldığı ve mes’eleye bir tek zâviyeden baktığı zamân en zâhir olan bir hakíkati bile görmesi müşkîlleşmekte ve bizi böyle bedîhî mes’eleleri îzâh etmeye mecbûr etmektedir.

İHTÂR: O gizli zındıka komitesi, tekyelerden, medreselerden, Risâle-i Nûr dershânelerinden ve ilâhiyâtlardan Kur’ân ve Hadîs’in ma’nâsını ders verecek bir tedrîsât usûlünü ortadan kaldırmak planını, devletin ba’zı resmî erkânını elde etmek sûretiyle gerçekleştirdiler.

İkinci Mes’ele: Ma’lûm olduğu üzere; şu dîn-i mübîn-i İslâmın temeli ve menbaı Kur’ân-ı Azîmüşşân ve Rasûl-i Ekrem (asm)’ın Hadîs-i şerîfleridir. Bütün İslâmî kitâblar ise, Kur’ân ve Hadîs’in âyine ve dellâllarıdır; vekîl ve gölgeleri değildir. Bu sebeble İslâmî kitâblara ma’nâ-yı ismiyle, yâni müstakil birer eser nazarıyla bakmak hatâdır. Belki o kitâblara, ma’nâ-yı harfiyle, yâni Kur’ân ve Hadîs’in ma’nâsını beyân eden birer âyine ve dellâl nazarıyla  bakmalı ve o kitâbların müelliflerinin, o ma’nâları hangi âyet ve hadîslerden çıkardıklarına nazar etmeli; böylece me’hazdeki kudsiyyeti anlamalıdır.

Risâle-i Nûr eserleri de bu káidenin dışında kalamaz.
Risâle-i Nûr,  hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyye cihetinde Kur’ân ve Hadîs’in âyinesi ve dellâlıdır. Ona müstakil bir eser nazarıyla bakmak hatâdır.

Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleri “Sünûhât” isimli eserinde, “Kur’ân’ın Hâkimiyyet-i Mutlakası” başlığı altında bu husûsta şöyle buyurmaktadır:

“Ümmet-i İslâmiyyenin ahkâm-ı dîniyyede gösterdiği teseyyüp ve ihmâlin bence en mühim sebebi şudur: Erkân ve ahkâm-ı zarûriye --ki yüzde doksandır-- bizzât Kurânın ve Kurânın tefsîri mâhiyyetinde olan Sünnetin malıdır. İctihâdî olan mesâil-i hılâfiyye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesâil-i hılâfiyye ile erkân ve ahkâm-ı zarûriyye arasında azîm tefâvüt vardır. Mes’ele-i ictihâdiyye altın ise, öteki birer elmas sütundur. Acabâ doksan elmas sütunu on altının himâyesine vermek, mezc edip tâbi’ kılmak câiz midir?

“Cumhûru, bürhândan ziyâde, me’hazdeki kudsiyyet imtisâle sevk eder. Müctehidînin kitâbları vesîle gibi, cam gibi Kurânı göstermeli; yoksa vekîl, gölge olmamalı.

“Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzûmdan tebeî olarak lâzıma intikál eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir.

“Meselâ, hükmün mehazı olan şerîat kitâbları melzûm gibidir. Delîli olan Kurân ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdân olan kudsiyyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhûrun nazarı kitâblara temerküz ettiğinden, yalnız hayâl meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdân lâkaytlığa alışır, cümûdet peydâ eder.

“Eğer zarûriyyât-ı dîniyyede doğrudan doğruya Kurân gösterilseydi, zihin tabiî olarak müşevvik-ı imtisâl ve mûkız-ı vicdân ve lâzım-ı zâtî olan kudsiyyete intikál ederdi. Ve bu sûretle kalbe meleke-i hassâsiyyet gelerek, îmânın ihtârâtına karşı asamm kalmazdı.
“Demek, şerîat kitâbları, birer şeffaf cam mâhiyyetinde olmak lâzım gelirken, mürûr-i zamânla, mukallitlerin hatâsı yüzünden paslanıp hicâb olmuşlardır. Evet, bu kitâblar, Kurâna tefsîr olmak lâzımken, başlı başına tasnîfât hükmüne geçmişlerdir.

“Hâcât-ı dîniyyede cumhûrun enzârını doğrudan doğruya, câzibe-i icâz ile revnaktâr ve kudsiyyetle hâledâr ve dâimâ îmân vâsıtasıyla vicdânı ihtizâza getiren hıtâb-ı Ezelînin timsâli bulunan Kurâna çevirmek üç tarîkledir:

“1. Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyyeti tenkídle kırıp o hicâbı izâle etmektir. Bu ise tehlikedir, insafsızlıktır, zulümdür.

“2. Yâhut, tedrîcî bir terbiye-i mahsûsayla kütüb-i şerîatı şeffaf birer tefsîr sûretine çevirip, içinde Kurânı göstermektir: Selef-i Müctehidînin kitâbları gibi, ‘Muvattâ, Fıkh-ı Ekber’ gibi. Meselâ, bir adam İbn-i Hacere nazar ettiği vakit, Kurânı anlamak ve Kurânın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa, İbn-i Hacerin ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarîk de zamâna muhtâctır.

“3. Yâhut cumhûrun nazarını, ehl-i tarîkatın yaptığı gibi, o hicâbın fevkıne çıkarârak, üstünde Kurânı gösterip, Kurânın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvâsıta olan ahkâmı vâsıtadan aramaktır. Bir âlim-i şerîatın vazına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin vazındaki olan halâvet ve câzibiyyet bu sırdan neş’et eder.

“Umûr-i mukarreredendir ki, efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh, ekseriyâ o şeyin kemâline nisbeten değildir; belki ona derece-i ihtiyâc nisbetindedir. Bir saatçinin bir allâmeden ziyâde ücret alması bunu te’yîd eder.

“Eğer cemâat-i İslâmiyyenin hâcât-ı zarûriyye-i dîniyyesi bizzât Kurâna müteveccih olsaydı; o Kitâb-ı Mübîn, milyonlarca kitâblara taksîm olunan rağbetten daha şedîd bir rağbete, ihtiyâc netîcesi olan bir teveccühe mazhar olur ve bu sûretle nüfûs üzerinde bütün ma’nâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilâvetiyle teberrük olunan bir mübârek derecesinde kalmazdı.”

Mâdem Üstâd Bedüzzamân Hazretleri bu noktada bu kadar tahşîdât yapmıştır; o hâlde onun eserlerine de hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyeyi beyân etme noktasında Kur’ân ve Hadîs’in tefsîri niyetiyle bakılmalıdır, müstakil bir eser nazarıyla bakılmamalıdır. Hem “Risâle-i Nûr, Kur’ân ve Hadîs’ten sonra en büyük bir hüccet-i îmâniyye” olarak kabûl edilmeli; Kur’ân ve Hadîs’in yerine vaz’ edilmemelidir!!!

Üçüncü Mes’ele: “Biz Kur’ân ve Hadîs’i anlamadığımız için Kur’ân ve Hadîs’i okumuyoruz. Risâle-i Nûr bize kâfîdir” demek çok büyük bir hatâdır. Çünkü, ulemâ-i İslâm, “Kur’ân’ın ma’nâsı anlaşılmaz” diye bir söz sarf etmenin çok tehlikeli olduğunu beyân etmiş, hattâ ba’zı ulemâ bunu elfâz-ı küfriyyeden saymışlardır. Çünkü, bu söz, وَهَـذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُّبِينٌ “Bu Kur’ân, ma’nâsı gáyet açık Arabça bir lisândır”1 gibi pek çok sarâhat-i Kur’âniyyeye ve Kur’ân’ın en büyük bir i’câzı olan belâğat ve fesâhatine muhâliftir. Fahr-i Râzî tefsîrinde ve Bedîüzzamân (ra) da bir çok eserinde husûsan “Yirmi Beşinci Söz”de Kur’ân’ın beşerin bütün tabakátına hıtâb ettiğini, hattâ en bedevî bir adamın, İbn-i Sînâ zekâsındaki bir âlimle berâber Kur’ân’dan aynı dersi aldığını ve istifâde ettiğini isbât etmişlerdir. Bu eserlere mürâcaât edilsin.

Evet, insân, câhil olarak dünyâya gelir. Sonra ilim vâsıtasıyla tekemmül eder. İlmin başı ve esâsı ise ma’rifetullah ve muhabbetullahdır. Bu ise îmân ve ubûdiyyetle elde edilir. Îmân ve ubûdiyyeti bize ders veren asıl kaynak ise Kur’ân ve Hadîs’dir. Kur’ân ve Hadîs’i anlamak için de ba’zı ilimleri öğrenmek ve bu konuda gayret sarfetmek lâzımdır. Dünyevî bir menfaat için günde elli tâne ecnebî kelimeyi öğrenen ve bir malı daha ucuza almak için elli yere soran bir insânın, saâdet-i dâreynin anahtarı olan Kur’ân ve Hadîs’i anlamak için ne kadar çalışması lâzım geldiği kıyâs edilsin.

Kur’ân ve Hadîs, dünyâda en rahat anlaşılan bir kitâb olmakla berâber, esrârı da bitmez ve tükenmez. Hazret-i Peygamber (asm) dışında Kur’ân’ın künh-i esrârının tamâmına kimse vâkıf olamaz. Peygamber (asm)’dan sonra ise;  bir şahıs tek başına Kur’ân’ın ma’nâsını tamâmıyla anlayamaz. Asr-ı saâdetten tâ kıyâmete kadar bütün ulemâ-i ümmet birleşse, ancak Kur’ân’ın künh-i esrârını tamâmen anlayabilir. Çünkü, Kur’ân, her asrın maddî ve ma’nevî ihtiyâclarına cevâb veren bir Kitâb-ı Mukaddestir. Ulemâ-i İslâm ise, Kur’ân’ın kendi asırlarına bakan vücûhunu menbaından alıp o asrın anlayışına göre ders vermişlerdir.

Dördüncü Mes’ele: Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın “Muhâkemât” ve “İşârâtü’l-İ’câz” adlı eserlerinde îzâh ettiği üzere; Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’daki müşkîlât, lâfzın muğlâk olmasından değil; belki ma’nânın dakík ve derin olmasından kaynaklanmaktadır. Belâğat-ı Kur’âniyye ise, lâfzın altında gizli olan o dakík ve derin ma’nâları mümkün olan en kolay ve anlaşılır sûrette beyân eden bir anahtar mesâbesindedir. İlm-i belâğatı bilmeyen, o derin ma’nâları anlayamaz.
Hem Kur’ân’ın ictihâd ve dirâyet isteyen müteşâbihât kısımları yüzde ondur. Yüzde doksan ise muhkemâttır ve ma’nâsı gáyet açıktır. Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın dediği gibi, elmas sütun hükmünde olan doksan muhkemât-ı Kur’âniyye, altın hükmünde olan on müteşâbihâtâ tâbi’ edilmez. Yüzde doksan muhkemâtı doğrudan doğruya Kur’ân ve Hadîs’ten, yüzde on müteşâbihât ve müşkîlât kısmı ise ulemânın ictihâdı vâsıtasıyla alınmalıdır. Fakat, o ictihâdata dahi, “O âlim ne diyor” diye değil; belki o ictihâdatın hangi âyet ve Hadîs’ten  nasıl istinbât edildiğine bakılmalıdır.

Beşinci Mes’ele: Bir Müslümana dînin zarûriyyât kısmını edâ etmek farz olduğu gibi; o zarûriyyât-ı dîniyyeyi hakkıyla yerine getirmek için lüzûmlu bilgileri öğrenmek de farzdır. O zarûriyyât, hangi mes’ele ile alâkalı ise o mes’eleyle ilgili kaynaktan öğrenilmelidir. Meselâ; fıkhî mesâil fıkıhtan, i’tikádî mesâil akáid kitâblarından öğrenilmelidir. Meselâ; kendisine namaz farz olan bir kişiye, namazı sahîh olacak kadar gerekli mes’eleleri Kur’ân ve Hadîs’in fıkhî cebhesini îzâh eden fıkıh kitâblarından öğrenmesi ve namazı sahîh olacak kadar Kur’ân’dan ezber yapması farzdır. Hem meselâ; alışveriş yapan bir kimsenin Kur’ân ve Hadîs’in fıkhî cebhesini îzâh eden fıkıh kitâblarından o husûsa temâs eden mes’eleleri öğrenmesi farzdır. Mehmet Feyzi Efendi’nin dediği gibi: “Farzdan evvel farz, ilimdir. Farz içinde farz, ihlâstır.”

Bir kimsenin cem’iyyetle alâkalı olan bir mes’eleyi Kur’ân ve Hadîs’ten öğrenmesi ise farz-ı kifâyedir. Yâni, gerektiğinde ümmete o ilmî ulaştırabilecek kadar kişinin o mes’eleleri Kur’ân ve Hadîs’ten öğrenmesi ümmete farz-ı kifâyedir. Bu sebeble, bir nûr talebesine her mü’min gibi kendisine lâzım olan zarûriyyât-ı dîniyyeye âit mesâili, Kur’ân ve Hadîs’in fıkhî veyâ i’tikádî cebhesini beyân eden fıkıh ve akáid kitâblarından öğrenmesi farz-ı ayn olduğu gibi;  cem’iyyete lâzım olan bir mes’eleyi Kur’ân ve Hadîs’ten  öğrenmesi ise farz-ı kifâyedir. Çünkü, Risâle-i Nûr talebeleri, irşâd ve tebliğ vazîfesiyle mükelleftirler. Cemâatin başında bulunan ve ümmeti irşâd eden eşhâsın ise, Kur’ân ve Hadîs’ten  farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olan kısımlarını, --velev mücmelen de olsa-- bilmesi farzdır. Tâ ki, ümmeti istikámet dâiresinde irşâd edebilsinler.

Hem adem-i kabûl başkadır, kabûl-i adem başkadır. Biri lâkaydlık, diğeri reddir. Buna binâen, bir kimsenin Kur’ân ve Hadîs’ten  farz-ı ayn olan kısmını --inanmak şartıyla-- ihmâlkârlık edip okumaması günâhtır, bid’at değildir. Farz-ı kifâye olan kısmını ise, başkaları okuyorlar diye okumaması da mes’ûliyyeti mûcib değildir. Fakat, Kur’ân ve Hadîs okumamayı bir meslek, bir hizmet tarzı olarak kabûl etmek ve bunu dîn nâmına müdâfaa etmek ve böyle yanlış bir cadde açmak, kabûl-i adem olduğundan, bid’attır. Bedîüzzamân (ra) Hazretleri, Sünnet-i Seniyyenin merâtibini anlatırken bu mes’eleyi şöyle ifâde etmiştir:

“Farz ve vâcib kısmında ittibâa mecbûriyyet var; terkinde azâb ve ıkáb vardır. Herkes ona ittibâa mükelleftir. Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî ile, yine ehl-i îmân mükelleftir; fakat terkinde azâb ve ıkáb yoktur. Fiilinde ve ittibâında azîm sevâblar var. Ve tağyîr ve tebdîli bida ve dalâlettir ve büyük hatâdır.”

Altıncı Mes’ele: Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin, “Risâletün-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesinde geçen “hakáik-ı İslâmiyye” ta’bîrinden murâd: altı erkân-ı îmâniyye ile beş esâsât-ı İslâmiyyenin hulâsâsı olan esâs-ı ubûdiyyettir. Yâni, Risâle-i Nûr,

a) Altı erkân-ı îmâniyyeyi aklî delîllerle isbât etmek,

b) Beş esâsât-ı İslâmiyyenin ma’nâ, hikmet, esrâr ve ehemmiyyetini beyân etmek noktasında kâfîdir.
 Hulâsâ: Altı erkân-ı îmâniyye ve beş esâsât-ı İslâmiyyeyi aklî delîllerle isbât etmek husûsunda Risâle-i Nûr kâfîdir, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor, demektir.

Yedinci Mes’ele: Müellif (ra)’ın, “Risâletün-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” cümlesi, Üstâd Hazretlerinin, “Risâle-i Nûr, Kur’ân ve Hadîs’ten  sonra en mühim bir hüccet-i îmâniyyedir” cümlesiyle mukayyeddir. Yâni, “Risâle-i Nûr, kendi konusu olan hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyenin isbâtı husûsunda Kur’ân ve  Hadîs’ten  sonra kâfîdir” demektir. Yoksa, Müellif (ra)’ın bu cümlesi, başta Kur’ân ve Hadîs olmak üzere sâir  İslâmî kitâbları okumaya ihtiyâc yoktur ma’nâsında değildir. Ancak Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye cihetinde Kelâm ve Tasavvuf ilimlerine ihtiyâc bırakmıyor.

Zîrâ, hakáik-ı îmâniyyenin aklî delîllerle isbâtı husûsunda kelâm ilminin serdettiği delîllere bedel; Risâle-i Nûr daha kuvvetli delîller serdeder. Tasavvuftaki imkân âleminin keşfinden sonra vücûb âlemini keşfetmeye bedel; Risâle-i Nûr, Âlem-i İmkânla Âlem-i Vücûbu berâber ders verir. Yâni, her bir eserde bütün âsârı, her bir fiilde bütün ef’âli, her bir isimde bütün esmâyı gösterir. Böylece tasavvufun en son mertebesinde elde edilebilen hakáikı ve keşfiyâtı, Risâle-i Nûr ilk derste verir ve akıl ile kalbi birleştirir. Âyetü’l-Kübrâ risâlesi bunun delîlidir. Bu husûsta Müellif (ra) şöyle buyurmaktadır:

“Âlemde herbir şey, bütün eşyâyı kendi Hálık’ına verir. Ve dünyâda herbir eser, bütün âsârı kendi müessirinin eserleri olduğunu gösterir. Ve kâinâtta herbir fiil-i îcâdî, bütün ef’âl-i îcâdiyyeyi kendi fâilinin fiilleri olduğunu isbât eder. Ve mevcûdâta tecellî eden herbir isim, bütün esmâyı kendi müsemmâsının isimleri ve ünvânları olduğuna işâret eder. Demek, herbir şey, doğrudan doğruya bir bürhân-ı vahdâniyyettir ve ma’rifet-i İlâhiyyenin bir penceresidir.
“Evet, herbir eser, husûsan zîhayât olsa, kâinâtın küçük bir misâl-i musaggarıdır ve âlemin bir çekirdeğidir ve Küre-i Arzın bir meyvesidir. Öyle ise; o misâl-i musaggarı, o çekirdeği, o meyveyi îcâd eden, herhâlde bütün kâinâtı îcâd eden yine Odur. Çünkü, meyvenin mûcidi, ağacının mûcidinden başkası olamaz. Öyle ise, herbir eser, bütün âsârı müessirine verdiği gibi; herbir fiil dahi bütün ef’âli, fâiline isnâd eder. Çünkü, görüyoruz ki, her bir fiil-i îcâdî, ekser mevcûdâtı ihâtâ edecek derecede geniş ve zerreden şümûsa kadar uzun birer kánûn-i Hallâkıyyetin ucu olarak görünüyor.

Demek, o cüzî fiil-i îcâdî sâhibi kim ise, o mevcûdâtı ihâtâ eden ve zerreden şümûsa kadar uzanan kánûn-i küllî ile bağlanan bütün ef’âlin fâili olmak gerektir. Evet, bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı ve küçük hayvânâtı îcâd eden ve Arzı ihyâ eden zât olacaktır. Hem Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcûdâtı tahrîk edip, tâ Şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı zât olmak gerektir. Çünkü, kánûn bir silsiledir, ef’âl onun ile bağlıdır.

“Demek, nasıl herbir eser, bütün âsârı müessirine verir ve herbir fiil-i îcâdî, bütün ef’âli fâiline mâl eder. Aynen öyle de: Kâinâttaki tecellî eden herbir isim, bütün isimleri kendi müsemmâsına isnâd eder ve onun ünvânları olduğunu isbât eder. Çünkü, kâinâtta tecellî eden isimler, devâir-i mütedâhile gibi ve ziyâdaki elvân-ı seba gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmîl ediyor, tezyîn ediyor.

Meselâ: Muhyî ismi bir şeye tecellî ettiği vakit ve hayât verdiği dakíkada Hakîm ismi dahi tecellî ediyor, o zîhayâtın yuvası olan cesedini hikmetle tanzîm ediyor. Aynı hâlde Kerîm ismi dahi tecellî ediyor; yuvasını tezyîn eder. Aynı anda Rahîm isminin dahi tecellîsi görünüyor; o cesedin şefkatle havâicini ihzâr eder. Aynı zamânda Rezzâk ismi tecellîsi görünüyor; o zîhayâtın bekásına lâzım maddî ve ma’nevî rızkını ummadığı tarzda veriyor. Ve hâkezâ...

“Demek, Muhyî kimin ismi ise, kâinâtta nûrlu ve muhît olan Hakîm ismi de O’nundur ve bütün mahlûkátı şefkatle terbiye eden Rahîm ismi de O’nundur ve bütün zîhayâtları keremiyle iâşe eden Rezzâk ismi dahi O’nun ismidir, ünvânıdır. Ve hâkezâ...

“Demek, herbir isim, herbir fiil, herbir eser öyle bir bürhân-ı vahdâniyyettir ki; kâinâtın sahifelerinde ve asırların satırlarında yazılan ve mevcûdât denilen bütün kelimâtı, kâtibinin nakş-ı kalemi olduğuna delâlet eden birer mühr-i vahdâniyyet, birer hâtem-i ehâdiyyettir.”

Daha evvel de îzâh ettiğimiz üzere Kur’ân ve Hadîs, maksûd-i bizzât olan ilimlerdir. Risâle-i Nûr’u ve sâir İslâmî eserleri, Kur’ân ve Hadîs’i anlamak için okumak lâzımdır.

Fıkha gelince; Üstâd (ra) Hazretleri, yazmış olduğu “27.Söz İctihâd Risâlesi” adlı eserinde fıkhî mesâili, ulemânın fıkıh kitâblarına havâle etmiş; o noktada ictihâd yapmamış ve kendisinin “Şâfiıyyü’l-mezheb” olduğunu ifâde etmişlerdir.

Biz, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin hakáik-ı îmâniyyede olduğu gibi; fıkhî mesâilde de müctehidîn-i izâm kadar bir re’y sâhibi olduğunu kabûl etmekle berâber; o zât-ı muhteremin fıkhî mesâile karışmadığını; belki vazîfesinin îmânî mes’eleleri beyân ve tafsîl olduğunu bizzât o zâtın kendi ifâdelerinden anlıyoruz. Bu konuda Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin pek çok ifâdeleri bulunmakla berâber bir kaçını nümûne olarak naklediyoruz:

“Çok emârelerle anlamışız ki: Bu ulûm-i îmâniyyedeki fetvâ vazîfesiyle tavzîf edilmişiz.”
“Haddim ve hakkım değil ki ehl-i ictihâdın vazîfesine karışayım.”

“Hem ulemâ-yı İslâm, o kadar tedkíkát-ı sâibe yapmışlar ki, fürûâta dâir tedkíkát-ı amîkaya ihtiyâcları kalmamış. Eğer hakíkí ihtiyâc hissetseydim, böyle fürûâta dâir müctehidînin derin mehazlarına gidip ba’zı beyânâtta bulunacaktım.”

“Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücûmunda, ta’mîr için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesîledir. Öyle de, şu münkerât zamânında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bidaların kesreti vaktinde ve dalâletin tahrîbâtı hengâmında, ictihâd nâmıyla, kasr-ı İslâmiyyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesîle olacak delikler açmak, İslâmiyyete cinâyettir.

“Dinin zarûriyyâtı ki, ictihâd onlara giremez. Çünkü, katî ve muayyendirler. Hem o zarûriyyât, kút ve gıdâ hükmündedirler. Şu zamânda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikámesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyyetin nazariyyât kısmında ve selefin ictihâdât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamânların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu hâlde, onları bırakıp heveskârâne yeni ictihâdlar yapmak, bidakârâne bir hıyânettir.”
Sekizinci Mes’ele: Risâle-i Nûr, îmânı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkíkí yapmak cihetinde tasavvuf ve kelâm ilimlerine bedel, kâfîdir. Zîrâ, Risâle-i Nûr, tasavvuf ve kelâm ilimlerinde tecdîdât yapmış, bu ilimleri Kur’ânî bir hâle getirmiş, asrın anlayışına göre îzâh etmiş ve Kur’ân’a bağlamıştır. Yâni, tasavvuf ve kelâm ilimleri, her ne kadar Kur’ân’dan alınmışsa da, zamânla aslını kaybederek başka bir şekle dönüştüğünden, Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri asrın müceddidi olması hasebiyle tasavvuf ve kelâmda tecdîdât yaparak Kur’ânî bir şekil kazandırmıştır. Mektûbun şerh ve îzâhında geçen kelâm ve tasavvufla alâkalı ifâdeler, bu káideye göre mütâlea edilmeli; hâşâ kelâm ve tasavvufun tenkíd edildiği gibi bir ma’nâ anlaşılmamalıdır.

Dokuzuncu Mes’ele: Evet, Risâletün-Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfîdir. Fakat, Risâle-i Nûr’un hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî olması, başka bir kitâbın okunmaması ma’nâsına gelmez. Belki, talebenin Risâle-i Nûr’u hakkıyla ve murâd-ı Üstâdâneye muvâfık anlaması için ba’zı ilimleri bilmesi lâzımdır. Meselâ, Risâle-i Nûr’da tasavvuf, kelâm, tefsîr veyâ hadîs gibi ilimlere âit ba’zı ilmî ıstılâhlar vardır ki, Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri bu ilmî ıstılâhları zikretmiş; fakat ta’rîf etmemiş ve tafsîlâtlı bilgi vermemiştir. O ilmî ıstılâhları anlamak için ilgili kitâblara mürâcaât edilmesi lâzımdır ve bu ihtiyâctan dolayı Üstâd Hazretleri ba’zı eserlere mürâcaât edilmesini kitâblarında tavsiye etmiştir. Meselâ:

“Eğer bir şübhen varsa ‘Makásıd’  ve ‘Mevâkıf’a git!...
“Eğer o kapı sana açılamadı; ‘Mefâtihü’l-Gayb’ olan İmâm-ı Râzî’nin geniş olan tefsîrine gir ve serîr-i tedrîste o dâhî imâmın halka-i dersinde otur, dersini dînle.
“Eğer onun ile mutmain olamadın; İbRahîm Hakkı’nın arkasına düş, Hüccetü’l- İslâm olan İmâm-ı Gazâlî’nin yanına git, fetvâ iste...  

“Eğer ümmîsin, fetvâyı okuyamıyorsun, bizim hem-asrımız ve fikren birâderimiz olan Hüseyn-i Cisrînin sözünü dînle!..  

“Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakíkatın uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı; İbn-i Hümam ve Fahrü’l-İslâm gibi zâtların ellerini tut, İmâm-ı Şâfiîye git, istiftâ et!...”

“Şu pencere, imkân ve hudûsa müesses umûm mütekellimînin penceresidir. Ve isbât-ı Vâcibü’l-Vücûda karşı caddeleridir. Bunun tafsîlâtını, ‘Şerhü’l-Mevâkıf’ ve ‘Şerhü’l-Makásıd’ gibi muhakkıklerin büyük kitâblarına havâle ederek, yalnız Kur’ân’ın feyzinden ve şu pencereden rûha gelen bir iki şuaı göstereceğiz.”
“Mîzân-ı Şârânî mîzânıyla, Şerîat mîzânlarını bu sûretle müvâzene edebilirsen et.”

Hem Risâle-i Nûr’un ba’zı eserleri, ihtivâ ettiği konuyla alâkalı ilmin bilinmesini iktizâ eder.
Meselâ, “On Birinci Lem’a” da sünnet-i seniyyenin ehemmiyyeti ve sünnete ittiba’ etmenin lüzûmu ders verilmiş; ancak sünnet-i seniyyeninin neler olduğu ve bu sünnetlerin hayâta nasıl geçirileceği zikredilmemiştir. Bu husûs ise; ancak hadîs ve fıkıh kitâblarından öğrenilebilir.

Hem “Yirmi Dördüncü Söz”de hadîslerin doğru anlaşılması “on iki asıl” ile îzâh edilmiştir. Elbette bu ders, ulûm-i hadîs ile alâkalı bir derstir. Bu ilmi bilmeyen, bu dersi tam anlayamaz. Dolayısıyla bu eser hem hadîs okumayı, hem de okunan hadîsleri doğru anlamak ve o hadîslere i’tirâz etmemek için ulûm-i hadîsi öğrenmeyi zımnen iktizâ eder.

Hem Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, “Arabî İşârâtü’l-İ’câz” tefsîrini belâğat kánûnlarına ve ulûm-i Arabîyyenin düstûrlarına göre yazmıştır. Bu eserin anlaşılması ise, ulûm-i Arabîyye ve ilm-i belâğatı bilmeye ve tefsîr kitâblarını okumaya bağlıdır. Hattâ, müellif (ra) bu mezkûr tefsîrin başında, “Cenâb-ı Hak, bu tefsîri de tam anlayacak adamları yetiştirecek inşâallah” demektedir.
Hem “İctihâd Risâlesi”ni yazmış. Bu ise, “Müctehid ulemânın fıkıh kitâblarını okuyun ve dört mezheb imâmlarının ictihâdlarından ayrılmayın” diye ma’nevî bir emirdir.

Hem meselâ Re’fet Bey, “Arz, öküz ile balık üzerindedir” gibi en müşkîl hadîsleri sormuş. Hulusi Bey, ba’zı âyet ve hadîslerin esrârından ve Sa’d-ı Taftezânî, Muhyiddin-i Arabî gibi ba’zı ulemânın kitâblarından suâl etmiş. Üstâd Hazretleri de onlara “Risâle-i Nûr kâfîdir. Niye hadîs kitâblarını ve başka ulemânın eserlerini okuyorsunuz?” diye mukábelede bulunmamış; aksine gerekli îzâhatı vermiş ve bir çok yerde “Kádı Iyaz”, “İmâm Şa’rânî”, “Sa’d-ı Taftezânî”, “Seyyid Şerîf Cürcânî”, “Fahreddîn-i Râzî”, “İmâm Rabbânî”, “Hüccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî”  gibi pek çok muhakkık ulemânın kitâblarına havâle etmiştir. Ba’zan da bu kitâblardan nakiller yapmıştır. Hem Risâle-i Nûr’un “Mektûbât” gibi ba’zı eserleri, bu tür suâllere cevâb sâdedinde te’lîf edilmiştir.

İşte Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretlerinin bunlar gibi pek çok yerde başka ulemânın kitâblarına havâle etmesi gösteriyor ki; Risâle-i Nûr’da hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyenin müşkîl mes’eleleri açıklanırken, o mesâilin daha iyi anlaşılabilmesi için başka eserlere mürâcaât etmeye de ihtiyâc vardır. Bununla berâber, başta Tasavvuf ve Kelâm olmak üzere mezkûr eserlerin en ince noktalarını bilmeye ihtiyâc yoktur. Ancak temâs edilen konularda mürâcaât edilebilir.
Onuncu Mes’ele: Üç yüz elli bin tefsîr ve milyonlarca kütüb-i İslâmiyye, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın ma’nâ ve esrârını beyân etmiştir. Risâle-i Nûr da Kur’ân’ın ma’nevî bir tefsîridir. Kur’ân, her ihtiyâca kâfî geldiği hâlde, Kur’ân için milyonlarca tefsîr ve şerîat kitâblarının yazılması, hâşâ Kur’ân’a bir nakísa teşkîl etmediği gibi; Müslümanların bu kitâbları okuması da Kur’ân’ı yeterli bulmamalarından dolayı değildir. Belki bu kitâbların okunması, Kur’ân’ın daha iyi anlaşılması içindir.

Kur’ân hakkında geçerli olan bu káide, Risâle-i Nûr hakkında da geçerlidir. O hâlde Risâle-i Nûr hakkında yapılan şerh ve îzâhlar, Risâle-i Nûr’a bir nakísa teşkîl etmediği gibi; Risâle-i Nûr’un yanında başka İslâmî kitâbların okunması da hakáik-ı îmâniyye cihetinde Risâle-i Nûr’un yeterli bulunmamasından dolayı değildir. Belki bu kitâbların okunması, Risâle-i Nûr’un daha iyi anlaşılması içindir.

O hâlde Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin “Risâletün-Nûr hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclara kâfî geliyor, başka eserlere ihtiyâc bırakmıyor” sözü mutlak olmayıp,  belki mezkûr ma’nâları ifâde etmektedir.

On Birinci Mes’ele: Tasavvufta şöyle bir káide-i mukarrare vardır ki; zâhirî ilimleri bitirenler, tasfiye-i zihin için, yâni zâhirî ilimlerle bâtınî ilimleri mezcetmek için bir mürşid-i kâmilin yanına giderlerdi. O kişiler, kábiliyyetlerine göre ba’zan kırk gün, ba’zan altı ay, ba’zan da kırk yıl gibi muvakkat bir zamânda başka ilimlerle iştigál etmezlerdi. O mürşidin tavsiyelerini dînleyerek zâhirden hakíkate geçinceye kadar başka kitâbları ve başka evrâdları okumazlardı. Bu hal ise muvakkat bir zamâna mahsûs idi. Tasfiye-i zihin bitip hakíkate geçtikten sonra, kemâlât için diğer kitâbları ve evrâdları okurlardı. Ekser ehl-i tasavvuf, muvakkat bir zamân için böyle bir tasfiyeyi gerekli görmüşlerdir.

İşte Üstâd (ra) Hazretleri de, Risâle-i Nûr talebelerinin hâsları olan sâhib ve vârisleri ve hâslarının hâsları olan erkân ve esâslarına  hıtâben yazdığı bu mektûbunda aynen bu ma’nâyı kasdediyor ve bu hakíkati ders veriyor. Yâni, Hacı Hulusi Bey, Hoca Sabri, Mehmet Feyzi gibi zâtlar, zâhirî ilim noktasında tekâmül ettikleri için, Müellif (ra) onlara, “Tasfiye-i zihinde bulunurken ve ilm-i hakíkat noktasında tekâmül ederken muvakkat bir zamân için, yâni zâhirden hakíkate geçinceye kadar Risâle-i Nûr size kâfîdir. Başka ilimlerle ve başka evrâdla meşgúl olmayınız” buyurmuştur. Ancak, bu hal muvakkat bir zamâna mahsûstur, devâmlı değildir. Hakíkate geçen o zâtlar, diğer kitâbları da okumalı ki,  Müslümanların ma’nevî ihtiyâclarına cevâb verebilsin.

On İkinci Mes’ele: Şerh edeceğimiz bu mektûb, umûma şâmil değildir. Belki, müellif (ra)’ın ifâdesiyle “Risâle-i Nûr talebelerinin hâsları olan sâhib ve vârisleri ve hâslarının hâsları olan erkân ve esâsları”nın muhâtab alındığı bir mektûbdur. Evet, 26. Mektûb Onuncu Mes’ele’de beyân edildiği gibi; Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olması hasebiyle Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleriyle münâsebettâr olanlar ya “dost” olur, ya “kardeş” olur, ya “talebe” olur.
Evvelâ: Bu mektûbun muhâtabı “dost ve kardeş” değildir. Belki “talebe”dir. “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip sâhib çıksın ve en mühim vazîfe-i hayâtiyyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.”
 Sâniyen: Her talebe de değil; belki Risâle-i Nûr talebelerinin hâsları olan “sâhib ve vârisleri” ve hâslarının hâsları olan “erkân ve esâsları” murâddır. Bunlar, zâhirî ilimleri bitirip, bâtınî ilimleri de elde etmek sûretiyle hakíkate geçmek isteyen kimselerdir.

Bu sebeble bu mektûbu umûma teşmîl etmek hatâdır. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri bu mektûbta muhâtabını bizzât kendisi, “Risâle-i Nûr talebelerinin hâsları olan sâhib ve vârisleri ve hâslarının hâsları olan erkân ve esâsları” ve “gerçi umûma teşmîl sûretiyle değil” ifâdeleriyle tesbît etmiştir.

On Üçüncü Mes’ele: Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretlerinin “Risâle-i Nûr talebelerinin hâsları olan sâhib ve vârisleri ve hâslarının hâsları olan erkân ve esâsları” cümlesinde geçen “vâris” ta’bîrinin îzâhı hakkındadır.  
Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretlerinin “iki” kısım “vâris”leri mevcûddur:

Bir Kısmı: Maddî metrûkâtı ve Risâle-i Nûr eserlerinin basım ve dağıtımıyla alâkalı işlerle ilgilenen vârislerdir ki, Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleri bu kısım vârislerini şu mektûbuyla açıklamıştır:

“Azîz, Sıddık Kardeşlerim ve Vârislerim!
“Ecel gizli olmasından, vasiyetnâme yazmak sünnettir. Benim metrûkâtım ve Risâle-i Nûr’dan olan benim husûsî kitâblarım ve güzel cildlenmiş mecmuâlarım vesâir şeylerimin bütününü, Gül ve nûr fabrikalarının hey’etine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o hey’etten on iki (**) kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zamân, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sâdık ve mübârek ellerde hizmet-i nûriyye ve îmâniyyede çalışsın ve isti’mâl edilsin.

“Kardeşlerim! Bu vasiyetten telâş etmeyiniz. Ben, teessürâttan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zaîf olmakla berâber; gizli münâfıkların desîselerle müteaddid sû-i kasdları için bu vasiyeti yazdım. Merâk etmeyiniz, inâyet-i Rabbâniyye ve hıfz-ı İlâhî devâm ediyor.

 “(**) Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylân, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sâlih.”
İkinci Kısım: Dellâl-ı Kur’ân olan Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerine ma’nevî ve ilmî cihette vâris olan kimselerdir ki; bunlar zâhirî ilimleri elde ettikten sonra bâtınî ilimleri de elde etmek sûretiyle hakíkate geçmek isteyen kimselerdir. Bu zevât-ı  âliyye, Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri ve Risâle-i Nûr’un irşâdâtıyla tekâmül edip --Âyetü’l-Kübrâ Risâlesinde beyân edildiği tarzda-- hakíkatü’l-hakáika geçen ve o hakáikın hakíkí zevkını tadan başta Hacı Hulusi Bey olmak üzere Hoca Sabri, Mehmet Feyzi, Hâfız Ali, Hasan Feyzi, Hâfız Tevfik gibi erkân ve esâslardır. Bunlar Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın irşâdıyla tasfiye-i zihin eden ve ilm-i zâhir ile ilm-i bâtını mezceden kimselerdir. Bunların içinde daha yüksek bir makám olan “asrın imâmı” vazîfesiyle tavzîf edilmiş biri vardır ki, o da “el-Hâc İbRahîm Hulusi Bey”dir. Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleri, bu ikinci kısım vârislerin birincisi hükmünde olan Hacı Hulusi Bey’i eserlerinde şöyle tavsîf eder:

“Benim vârisim olan sen.”
“Azîz âhiret kardeşim ve hizmet-i Kurânda gayretli arkadaşım ve ders-i esrâr-ı îmânîde zekâvetli ve ferâsetli talebem.   VE VEFÂTIMDAN SONRA SADÂKATLİ VÂRİSİM, BİRÂDERZÂDEM...”

“Cemâata Sözler’i okumak zamânında, sendeki hissiyât-ı âliyye ve fazla inkişâf ve fedâkârâne hâmîyyet-i dîniyye galeyânının sırrı şudur ki:

“Velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvetteki makám-ı tebliğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kurân Saidin vekîli, belki ma’nen aynı hükmüne geçtiğin içindir.”

“İkinci ru’yân ise: Sana ve Müslümanlara büyük bir beşârettir. Ve sarıklılara ehemmiyyetli bir itâbdır. Onuncu safta iken imâmetin çok ma’nidârdır. İnşâallah Cenâb-ı Hak seni, âlî bir mertebe olan İmâmlık Mertebesi’ne mazhar eder. Sizi yanımda hazır edip, sizinle şimdilik bir kaç kelime konuşacağım.”

“Sizin gibi hakíkata yetişmiş ve hakíkattaki hakíkí tesellî ve esâslı sevinci bulmuş zâtlara, envâr-ı îmâniyyenin ve esrâr-ı Kur’âniyyenin neşirlerine karşı ehl-i dalâletin ve şeytanların desâisle tehâcümünden neşet eden müşkîlât ve gam ve kedere karşı sabır ve metânet et ve hüzün ve merâk etme demeye ihtiyâc hissetmem.”

Azîz kardeşim, çendan Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat, ne o, ve ne hiç birisi BENİM  HULÛSİme yetişmiyor. O mektûblar (ekseriyet-i mutlaka) senin nâmınla yazılmış ve sana gönderiliyor.”

“Bütün mektûblarımda ‘Azîz sıddık kardaşlarım’  dediğim zamân muhlis HULÛSİ  saff-ı evvel muhâtabların içindedir.”

İşte Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin şerhini yaptığımız mektûbundaki muhâtabı bu ikinci kısım vârislerdir. جَزَاهُمُ اللهُ خَيْرًا كَثيِرًا Cenâb-ı Hak, her iki kısım vârislere hayr-ı kesîr ihsân eylesin.

On Dördüncü Mes’ele: Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın Risâle-i Nûrun dışında başka ders yapmaması ve yanında Kur’ân’dan başka eser bulundurmaması mes’elesine gelince…

Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleri, Yeni Said devresinde sürgün ve esâret altında bulunması sebebiyle kimseyle görüştürülmüyordu ki onlara ders yapsın. Dâimâ tarassud altındaydı, yanına kimse bırakılmıyordu.

Ancak Arabî İşârâtü’l-İ’câz tefsîrini, ileride bu tefsîri tercüme edecek olan Abdülmecid’i ma’nen muhâtab alarak  hizmetinde bulunan bir kaç talebesine --Arapça bilmedikleri hâlde-- altı ay ders vermiştir. Hem Hacı Hulusi Bey’i ma’nen muhâtab alarak Risâle-i Nûr’u ona ders vermiştir. Bu konuda Bedîüzzamân Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Hulûsi Bey; benim yegâne ma’nevî evlâdım ve medâr-ı tesellîm ve hakíkí vârisim ve bir dehâ-yı nûrânî sâhibi olacağı muhtemel olan birâderzâdem AbdurRahmânın vefâtından sonra, Hulusî aynen yerine geçip o merhûmdan beklediğim hizmeti, onun gibi  îfâya başlamasıyla; ve ben onu görmeden epey zamân evvel  Sözleri yazarken, onun aynı vazîfesiyle muvazzaf bir şahs-ı ma’nevî bana muhâtab olmuşcasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsîlâtım onun vazîfesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı, Cenâb-ı Hak bana hizmet-i Kurân ve îmânda bir talebe, bir muîn ta’yîn etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum...”

“Hiç merâk etme seninle muhâbere MANEN devâm eder. Bütün mektûblarımda ‘Azîz sıddık kardaşlarım’ dediğim zamân muhlis HULÛSİ  saff-ı evvel muhâtabların içindedir.”

Bedîüzzamân Hazretlerinin, serbest olduğu Eski Said devresinde ise talebelerine başta tefsîr ve hadîs olmak üzere bütün medrese ilimlerini ders verdiği bedîhîdir.
Hem Bedîüzzamân (ra) Hazretleri, doksan kitâbı ezberlediğini ve her gün üç saat meşgúl olmak sûretiyle üç ayda bir o kitâbları hâfızasından devrettiğini eserlerinde şöyle ifâde etmektedir:

“Ma’nevî nûrun --ilim sûretinde-- beşerin kafasında cilvesinin bir cüzîsi, tırnak kadar kuvve-i hâfızaya mâlik bir adamın kafasında, doksan kitâbın kelimâtı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat  meşgúl olarak, hâfızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamâm edebilmiş.”
“Bir-iki sene ‘Sarf ve Nahiv’ mebâdîsini gördükten sonra,  üç ayda, acîb bir tarzda, kırk-elli kitâbı gûyâ okumuş ve icâzet almış gibi bir hâlet göründü. Bu hal, altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki; o vaz’ıyyet ulûm-i îmâniyyeyi üç-dört ayda-kısa bir zamânda; ellere verebilecek bir tefsîr-i Kur’ânî çıkacak. Ve o bîçâre Said de onun hizmetinde bulunacak işâretiyle; hem bir zamân gelecek ki, değil on beş sene, belki bir sene de ulûm-i îmâniyyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamâna bir nev’i işâret-i gaybiyye gibi ma’nâlar hatıra geliyor.”

“Molla Said, Bitliste iken on beş-on altı yaşlarında idi. Henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmuştu. O zamâna kadar bütün ma’lûmâtı sünûhât kabîlinden olduğu için, uzun uzadıya mütâleaya lüzûm görmezdi. Fakat, o zamân sinn-i bülûğa vâsıl olduğundan mı veyâhut siyâsete karıştığından mı, her nedense eski sünûhât yavaş yavaş kaybolmağa başladı. Bunun üzerine her türlü fenne âit eserleri tedkíke koyuldu. Bilhassa dîn-i İslâma vârid olan şekk ve şübheleri reddetmek için ‘Metâli’’  ve ‘Mevâkıf’ nâm eserler ile ulûm-i âliyye (Sarf, Nahiv, Mantık vesâire) ve âliyyey(Tefsîr ve İlm-i Kelâm)a dâir kırk kadar kitâbı iki sene zarfında hıfzeyledi. Hattâ, her gün okumak şartıyla, hıfzettiği kitâbların üç ayda bir kerre devrine muvaffak oluyordu.”

“Herhangi bir kitâbı eline alırsa, anlardı. Yirmi dört saat zarfında ‘Cemü’l-Cevâmi’’, ‘Şerhü’l-Mevâkıf’, ‘İbnü’l-Hacer’ gibi kitâbların iki yüz sahifesini, kendi kendine anlamak şartıyla mütâlea ederdi. O derece ilme dalmıştı ki, hayât-ı zâhirî ile hiç alâkadâr görünmezdi. Hangi ilimden olursa olsun sorulan suâle tereddüdsüz derhal cevâb verirdi.”

Hem şunu iyi anlamak lâzımdır ki; Risâle-i Nûr, şarkın ulûmundan, yâni “kelâm” ve “tasavvuf”tan alınmadığı gibi; garbın fünûnundan, yâni “felsefe”den de alınmamıştır. Doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’in i’câz-ı ma’nevîsinden gelen ve ilhâm ve istihrâcla yazılmış bir tefsîr-i Kur’ânîdir. Risâle-i Nûr mâdem istihrâcdır, istihrâc da ilim ile olur. Zîrâ “istihrâc”, belli ilimlere dayanarak Kur’ân ve Hadîs’ten  ma’nâ çıkarmaya denir. Bedîüzzamân Hazretleri, her derde kâfî ve vâfî olan Kur’ân-ı Hakîm’i kendine üstâd-ı hakíkí kabûl etmiş ve Risâle-i Nûr’un te’lîfinde fikrini başka tarafa kaydırmadan doğrudan doğruya Kur’ân’a müteveccih olmuştur. Elbette, Kur’ân’ı anlamak cehâletle mümkün olmadığından, tahsîl ettiği ve ezberlediği ulûm-i İslâmiyye onun için basamaklar hükmüne geçmiştir. Nitekim Bedîüzzamân (ra) Hazretleri bu hakíkati şöyle ifâde etmektedir:

“Bütün bildiği ulûm-i mütenevviayı Kur’ân’ın fehmine ve hakíkatlarının isbâtına basamaklar yaparak hedefini ve gáye-i ilmiyyesini ve netîce-i hayâtını, yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın i’câz-ı ma’nevîsi, ona rehber ve mürşid ve üstâd oldu.”

Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın yanında Kur’ân’dan başka eser bulundurmamasının sebebine gelince; hem tecrîdde bulunması ve yanına başka kitâbların sokulmasına izin verilmemesi; hem yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, bütün ulûm-i dîniyyeyi tahsîl etmiş ve ulûm-i İslâmiyyenin her birine temel teşkîl edecek eserlerden doksan cild kitâbı hâfızasına almış olmasıdır. Hakíkat-i hal böyle iken, daha âdâbına uygun abdest almasını bilmeyen kimselerin  kendilerini Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerine kıyâs ederek, “Üstâd Hazretleri, yanında Kur’ân’dan başka bir eser bulundurmuyordu. Demek Risâle-i Nûr kâfîdir. Başka bir esere ihtiyâc yoktur” gibi bir düşünceye saplanmaları son derece yanlıştır.

Bir ilim ve fennin içinde sâir ilim ve fenlere dâir mevzû’lar da bulunur. Bir fende ihtisâsla berâber sâir fenlere icmâlen de olsa vukúfiyyet lâzımdır. Fakat, sâir ma’lûmâtını ihtisâs yaptığı fenne tâbi’ ve mütemmim yapmalı, mütehakkim yapmamalı. Tâ ki, o fennin sûret-i hakíkıyyesi tezâhür etsin. Karma karışık bir ma’lûmât deposu olmasın. Üstâd Bedîüzzamân bu noktayı şöyle beyân etmiştir:

“İlim, ilme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır. Şöyle müsellemâttandır ki: Hendese gibi bir sanatta mâhir olan zât, tıp gibi başka sanatta âmî ve tufeylî ve dahîl olabilir. Ve kavâid-i usûliyyedendir ki: Fakih olmayan, velev ki usûlül-fıkıhta müctehid olsa, icmâ-ı fukahâda mu’teber değildir. Zîrâ, o, onlara nisbeten âmîdir.

“Hem de hakáik-ı târihiyyedendir ki: Bir şahıs çok fenlerde meleke sâhibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferîd bir adam, dört veyâ beş fenlerde mütehassıs olabilir. Umûma el atmak, umûmu terk etmek demektir. Bir fende meleke, o fennin sûret-i hakíkıyyesidir. Onunla temessül etmek gerektir. Zîrâ, bir fende mütehassıs ve ma’lûmât-ı sâiresini mütemmime ve meded verici etmezse, ma’lûmât-ı perîşânından bir sûret-i acîbe temessül edecektir.”

İşte bu káidelere binâen, Üstâd Hazretleri de tahsîl ettiği ve mütehassıs olduğu bütün ilimleri Kur’ân’daki hakáik-ı îmâniyyenin fehmine basamaklar yapmıştır.

Bedîüzzamân Hazretleri, tahsîl ettiği bütün ilimleri bahusûs Tasavvuf ve Kelâm ilimlerini Risâle-i Nûr’a tâbi’ ve mütemmim yaptığı gibi; bir nûr talebesi de Tasavvuf ve Kelâm ilimlerinin zarûriyyât kısmını Risâle-i Nûr’a tâbi’ ve mütemmim yapmalıdır.
On Beşinci Mes’ele: Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, enâniyyet-i ilmiyyeden gelen bir sâikle Risâle-i Nûr’u okumayan ve “Selefin kitâblarında bu mevzû’lar vardır” diyerek Risâle-i Nûr’a karşı istiğnâ gösteren bir kısım hocalara, “Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemânın âsârları, çendan her derde kâfî ve vâfi bir hazîne-i azîmedir; fakat ba’zı zamân olur ki, bir anahtar bir hazîneden ziyâde ehemmiyyetli olur. Çünkü, hazîne kapalıdır. Fakat, bir anahtar çok hazîneleri açabilir”1 diyerek Risâle-i Nûr’un o kitâbları reddetmediğini, belki onları doğru ve daha güzel anlamak için bir anahtar olduğunu beyân etmiştir. Bizim de bu tarz-ı nazar ile mes’eleye bakmamız lâzımdır. Ulemâ-yı İslâm kâfî miktârda o mevzû’ları kitâblarında yazdığı için, Üstâd Hazretlerinin o mes’eleleri yeniden yazmasına ihtiyâc kalmamıştır. Zâten kendisi bu husûsu şu şekilde beyân etmiştir:

“Hem ulemâ-yı İslâm, o kadar tedkíkát-ı sâibe yapmışlar ki, fürûâta dâir tedkíkát-ı amîkaya ihtiyâcları kalmamış. Eğer hakíkí ihtiyâc hissetseydim, böyle fürûâta dâir müctehidînin derin mehazlarına gidip ba’zı beyânâtta bulunacaktım.”

On Altıncı Mes’ele: Üstâd Bedîüzzamân’ın okunmasını yasak ettiği kitâblar da vardır. Bunlar selef-i sâlihînin ve onların caddesinden giden ulemânın kitâbları değil; bid’at ve dalâlete sevk etmeye müsâid olan ba’zı yeni yazarların kitâblarıdır. O zamânda Bedîüzzamân (ra)’ın talebeleri Risâle-i Nûr’da ihtisâs sâhibi olmakla berâber, diğer İslâmî kitâblardan da kendilerine lâzım olan mes’eleleri okuyorlardı. Günümüzde olduğu gibi o zamân da ehl-i dalâlet, ba’zı ulemâ-i sûu kendilerine âlet ederek bid’at ve dalâlete, husûsan eâzım-ı İslâmiyyeyi reddeden Vehhâbîliğin müfrit kısmına ve Melâmîliğin de müferrit kısmına zemîn hazırlayan ve Latin hurûfu gibi çok bid’atlara müsâid ve şeâir-i İslâmiyyeye muhâlif kitâbları te’lîf ettirdiler. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, talebelerine bu zarârlı kitâbları okumalarını yasak ederek, “Risâle-i Nûr, hakáik-ı İslâmiyyeye dâir ihtiyâclarınıza kâfîdir” buyurdu.

Demek, Üstâd Hazretleri, şerh edeceğimiz mektûbtan da anlaşılacağı üzere bu sözü, Vehhâbîlik ve Melâmîliğin müfrit kısmının kaleme aldığı İslâmiyyetin rûhuna muhâlif düşünceleri  ihtivâ eden eserlerini okumamak için söylemiştir. Üstâd Bedîüzzamân’ın bu sözünü, selef-i sâlihînin ve mu’teber ulemânın kitâblarına teşmîl etmek hatâdır.

On Yedinci Mes’ele: Cumhûr-i ulemâya göre herkes her kitâbı okuyamaz. Zîrâ, okunan kitâblarda dîne muhâlif düşünce ve fikirler bulunabilir. Bu sebeble, zikredeceğimiz vasıflara hâiz olmayan eşhâsın bu kitâbları okuması doğru olmaz; zîrâ bu kitâblardan zarâr görebilirler. Bu menfî kitâblar, ehl-i bid’anın ve ehl-i felsefenin kaleme aldıkları kitâblardır. Bu menfî kitâbları ancak kábiliyyeti yüksek, mizâcı sağlam, Kitâb ve Sünnette mâhir, zâhirî ve bâtınî ilimleri mezcedip hakíkate geçen zeki ve muhakkık âlimler  okuyabilirler. Bu eşhâsın mihenkleri, edille-i şer’ıyyedir. Bunlar, dîne muhâlif menfî fikirlerin bulunduğu bu nev’i kitâbları tebeî bir nazarla okurlar, hak ile bâtılı tasfiye ederler, kendi zamânlarındaki Müslümanların o bâtıl efkârdan zarâr görmemeleri için hakkı isbât edip o bâtıl efkârı reddederler. İmam Gazâlî, Üstâd Beddiüzzamân gibi. Bu vasıflara hâiz olmayan eşhâsın ise bu nev’i kitâbları okumaları câiz değildir, haramdır. Bu husûsta “Kızıl Îcâz” adlı esere mürâcaât edilsin.

Demek, Kitâb ve Sünnette mâhir, zâhir ve bâtınî ilimleri mezcetmiş muhakkık âlimler, o kitâblarda mevcûd İslâma muhâlif düşünceleri çürütmek için bu nev’i kitâbları okuyup Kitâb ve Sünnete göre reddiyye yazarlar. Tâ ki, ümmete rehber olup Müslümanları o kitâbların zarârlarından muhâfaza etsinler. O reddiyyeler yazılırken bir kısım ulemâ, o ehl-i bid’a ve ehl-i felsefenin fikirlerini zikrettikten sonra o menfî fikirlere cevâb verip çürütmüşlerdir. Bir kısmı da onların bâtıl fikirlerini beyân etmeden doğrudan doğruya Kitâb ve Sünnetle onların bâtıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

Dellâl-ı Kur’ân olan Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri de o ehl-i bid’a ve ehl-i felsefenin kitâblarını okumuş ve Kur’ânî bir üslûbla kaleme aldığı eserlerinde onların bâtıl fikirlerini zikretmeden çürütmüştür. Nasıl ki Kur’ân, kâfirlerin bâtıl fikirlerini mücmelen zikredip onlara cevâb veriyor; Kur’ân’ın tefsîri olan Risâle-i Nûr dahi, Kur’ânî bir tarzda ehl-i bid’a ve ehl-i felsefenin bâtıl fikirlerini zikretmeden doğrudan doğruya o bâtıl fikirleri çürütüyor. Bedîüzzamân (ra) Hazretleri, şerhini yaptığımız bu mektûbta Risâle-i Nûr talebelerinin hâsları olan sâhib ve vârisleri ve hâslarının hâsları olan erkân ve esâslarına, “Siz zâhirden hakíkate geçip tekâmül ettikten sonra ancak o ehl-i bid’a ve ehl-i felsefenin kitâblarını okuyabilirsininiz. Hem buna da ihtiyâc yoktur.

Zîrâ, ben, bütün o kitâbları okudum ve Kur’ân vâsıtasıyla Risâle-i Nûr’da onların bâtıl fikirlerini zikretmeden o fikirleri çürüttüm.

Muhammed Doğan'ın (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) beyanatları Nurmend.com sitesinden başka bir platformda yayınlanmamaktadır. © 2014-2023 | Her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Nurmend - Şerhmend
0.090 sn. deSen
↑ Yukarı